Bunları Biliyor musunuz?

Bunları Biliyor musunuz?

Rüyalar resme dökülecek


Beyinde ses ve görüntülerin aynı sinir hücresi koduna sahip olduğu ortaya çıktı.
Montreal Üniversitesi ve Montreal Nöroloji Enstitüsü'nden bilim adamlarının yaptığı araştırma, beyinde aynı sinir hücresi kodunun söz ve Müzik gibi farklı sesler ile görüntüleri nasıl ayırdığını gösterdi.

Bilim adamları, beynin farklı müzik aletlerinin sesini, konuşmadaki kelimeleri ve çevredeki sesleri nasıl algıladığını anlamak üzere 3 saat katılımcılar üzerinde fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) sistemini kullandı.

Araştırmaya imza atanlardan Marc Schonwiesner, beynin sesleri ve farklı görüntüleri kodlamak için aynı yöntemi kullandığını belirtti. Schonwiesner, kişinin aynı nesneye ait sesi ve görüntüleri daha kolay birleştirdiğini de ifade etti.

İkinci aşamada, beynin rock parçasındaki davul ile bir senfonideki çalgıların sesi veya Fransızca ya da İngilizce bir konuşma arasındaki farkı nasıl "bulduğu" araştırılacak.

Bilim adamları, onlarca yıllık çalışma gerekse de bu aşamanın da tamamlanmasıyla bir gün fMRI'nin okunmasıyla kişinin duyduğu şarkının yeniden "yazılabileceği" ve ardından uykudaki beyin faaliyetlerinin kaydedilerek, rüyaların "resmedilebileceği" umudunu taşıyor.

Araştırma Proceedings of the National Academy of Sciences (PNAS) dergisi ve Fransız Le Nouvel Observateur dergisinin internet sitesinde yayımlandı.

Rüyalar resme dökülecek

Gözyaşı


İnsanlar duygularını, üzüntülerini, sevinçlerini, korkularını bazen dışarıya ağlayarak yansıtırlar.
Ağlamanın nedenlerini araştıran bilim adamları insanların neden ağladığı sorusunu şöyle yanıtlıyorlar:
3 farklı tür gözyaşı üretiyoruz.
Temel gözyaşı göz küresini yağlıyor ve onu kayganlaştırır. Bu gözyaşları bir günde sürekli olarak yaklaşık 300 mililitre üretiliyor.
Refleks gözyaşları fiziksel veya kimyasal uyarana karşı tepki olarak üretiliyor ve tahriş eden nesneleri gözyaşlarıyla uzaklaştırıyor.
Gözyaşı
Üçüncü tür gözyaşı ise duygularımızın yoğunluğuna bağlı olarak oluşuyor. Bu gözyaşı bezlerine nörotransmiter gönderen beyinde bulunan kraniyal siniri harekete geçiriyor. Bu aynı zamanda gözyaşının akışını artırmak için hazır bulunan yüzdeki kan basıncını artırıyor.
Duygusal gözyaşları yüksek seviyede manganez ve prolaktin (normalde insanlarda süt üretmek için mamal bezleri harekete geçiren) hormonu içeriyor. Ağlamak bizi içimizdeki endişelerden uzaklaştırır. Ağladıktan sonra ferahlar, içimizdeki kargaşayı akışına bırakır ve dikkatimizi zihinden uzaklaştırıp fiziksel olana odaklarız.

Gökkuşağı Neden Yuvarlak


Su damlası ve yakıcı güneş. İşte gökkuşağı bunlardan oluşur.
Atalarımız gökkuşağından çok korkarlardı. Onu Tanrıların elçilerinin geçmesi için yapılmış bir köprü olarak görüyorlardı. Yağmur ve güneş ile ilişkisi ilk olarak milattan önce 310 yıllarında AristOteles tarafından ileri sürüldü. Günümüzde ise bir sır olmaktan çıktı.

Altından geçenin cinsiyetinin değişeceği veya yere değdiği noktada bir küp altın gömülü olduğu lafları sadece şakalarda kullanılıyor. Zaten gökyüzünde sabit bir gökkuşağı oluşmuyor. Herkesin bakış yönüne göre gördüğü gökkuşağı farklı yerde oluyor. Gökkuşağının görüldüğü yere doğru gidilince görülebildiği sürece kişiye hep aynı mesafede kalıyor.

Gökyüzünde gökkuşağı gördüğünüz vakit biliniz ki o yağmur damlalarından oluşmaktadır ama güneş kesinlikle arkanızdadır. Güneşin paralel ışınları başınızın üstünden geçerek yağmur damlalarına çarparlar. Yağmur damlaları burada ışığı renklerine ayıracak bir prizma görevi görürler.

Sarı gibi görünmesine rağmen güneş ışığı aslında beyazdır ve bütün renkler onun içindedir. Yağmur damlasının içine girince kırmızı turuncu sarı yeşil mavi lacivert ve mor renklere ayrışır. Mor renk çemberin içinde kırmızı ise en dışındadır.

Yağmur damlası çocukken oynadığımız misket veya bilye gibi küresel saydam bir şekildedir. Güneş ışığı bu kendi tarafındaki yüzeyinden doğrudan içine girer. İçinde renklere ayrışır ve kürenin arka duvarına vurarak gerisin geriye yansır. Işığın damlanın ön yüzünden değil de arka yüzünden yansımasının nedeni içbükey dışbükey mercek özelliklerindendir.

Ayrışmış renkler içbükey arka yüzden çeşitli açılarda yansımaları sonucu gözümüze sırayla dizili renklerden oluşmuş bir bant şeklinde görünüyorlar. Gökkuşağını görebilmek için Güneş biz ve yağmur damlaları muhakkak belirli bir açıda dizilmek zorundayız. Ama daha önemlisi milyonlarca yağmur damlasından yansıyan ışınların gözümüze geliş açıları mutlaka aynı olmalıdır ki biz gökkuşağını görebilelim.

Yağmur damlalarından yansıyan ışınların gözümüzde odaklaşabilmeleri için bir daire şeklinde dizilmiş olmaları gerekir. Aslında o bölgedeki bütün yağmur damlaları gelen ışığı renklere ayrıştırarak yansıtırlar ama sadece bir yarım daire içinde olan yağmur damlalarından yansıyanlar gözümüze odaklaşırlar.

Biz de sadece o yağmur damlalarından gözümüze gelen renklerine ayrılmış ışınları görebildiğimizden gökkuşağını da yarım daire şeklinde görürüz. Bazen bir uçaktan veya yüksek bir dağdan baktığımızda gökkuşağını tam daire şeklinde görmemiz de mümkün olabilmektedir.

Güneş ne kadar yüksekse gökkuşağı dairesi de o kadar aşağı iner. Bunun içindir ki yedi renkli gökkuşağını sabah ve akşam yağışlarından sonra daha çok görürüz.

Genellikle fark edilmez ama gökkuşağı daima içice iki halkadan oluşur. İkinci kuşak pek dikkat çekmez. Bir ikinci zayıf kuşağın daha bulunmasının nedeni bazı güneş ışıklarının su damlasının iç yüzeyine bir kez değil iki kez çarpmalarıdır. Böylece parlaklıklarını yitiren ışıklardan oluşan ikinci gökkuşağı zar zor görülür. Birinci kuşakta kırmızı renk şeridin en dışında iken ikinci kuşakta en içtedir. Diğer renklerin sıralamaları da terstir.
Gökkuşağı Neden Yuvarlak

Mıknatıs Nedir


Mıknatıs, demir ve çelikten yapılmış şeyleri çeken, serbestçe asıldığı zaman belirli doğrultuyu gösteren bir cisimdir.
Mıknatısın batı dillerinde karşılığı olan "magnet" kelimesi, Küçük Asya'da bir zamanlar "Magnesia" diye isimlendirilen bir çevreden gelmektedir.İlk kez, burada yaşayan insanlar belirli bazı siyah taşların demiri çektiğini farketmişlerdi. Bu siyah taşlar "magnetit" adı verilen, gerçekte tabii mıknatıs olan bir tür demir filiziydi.
Daha sonraları bir ipin ucunda serbestçe asılan,ya da bir tahta parçası üzerinde suya bırakılan bir mıknatısın daima kuzey-güney doğrultusunu gösterdiği keşfedildi. Bu buluştan yararlanarak,denizciler için pusulalar yapıldı. Pusula, aynı ilkeyle kuzey-güney doğrultusunu işaret eden magnetik bir ibre veya çubuk diye tanımlanabilir. Kuzeyi gösteren uç "kuzey kutbu", güneyi işaret eden uç da "güney kutbu" olarak isimlendirilir.
Tabii bir mıknatıs olan "magnetit" in kimyasal formülü Fe3 O4 tür. Aslında bir demir oksidinden başka bir şey değildir. Çelik bir çubuk güçlü bir magnetit'in anında bırakılacak olursa, o da mıknatıs niteliğini alır.
Mıknatıs sadece çubuk şeklinde bulunmaz. At nalı biçiminde de olur. At nalı biçimindeki mıknatıslarda nalın iki ucu "kuzey" ve "güney" kutuplarıdır.
Eskiden mıknatıslar ilkel bir yoldan yapılırdı. Bir demir parçası bir tabii mıknatısla sürtüştürülür ve onun çekiciliğini alırdı. Başka türlü söylemek gerekirse, yapay olarak "mıknatıs" niteliği kazanırdı. Sonraları mıknatıs yapımı için başka bir rol bulundu. Bir demir parçasının üzerine izoleli bir telle sargı yapılıyor ve bu telden akım geçiriyordu. Yumuşak demir kullanıldığında,demir parçası sadece akım geçirildiği süre mıknatıs" niteliği taşıyordu.
Endüstrinin çeşitli dallarında bu tür elektromıknatıslardan büyük ölçüde yararlanılmaktadır. Elektrik motorlarının temel çalışma ilkeleri, elektromıknatıs unsurlara dayanır.
Büyük vinçlerde çok güçlü elektromıknatıslar kullanılır. Bu vinçler, en ağır ve büyük boyutlu demir, çelik eşyaları kolaylıkla kaldırırlar. Elektromıknatıs, telefon cihazlarından dev yapıda jenaratörlere,dinamolara kadar çok geniş bir uygulama alanını kapsamaktadır.
Mıknatıs Nedir

Radyonun İcadı


Radyonun kendi icadı olduğunu iddia eden birçok kişi ortaya çıkmıştır.
İtalyan Mucit Guglielmo Marconi radyoyu icat eden kişi olarak kayıtlara geçmiştir. Ancak radyonun kendi icadı olduğunu iddia eden birçok kişi ortaya çıkmıştır. Telsiz telegrafpatentine sahip olan Nikolai Tesla, Olive Lodge bu iddiayı ortaya atanların başında gelir. Rus mucit Alexander Stepanovitch Popov ise anlaşılabilen ilk radyo dalgalarını iletmeyi başarmış ancak bu icadı için patent almamıştır. Daha pek çok insan vardır fakat ticari başarıyı yakalayan kişinin Marconi olduğu herkesçe kabul edilir.
Popov, Lodge ve Marconi, Edward Branly'nin bulduğu Branly Tüpü adı verilen ve radyo dalgalarını saptamak için kullanılan bir aracı geliştirmeye çalışıyorlardı. 1890 yılında başlayan bu geliştirme çabaları1895 yılında Marconi ve Popov'un birbirlerinden habersiz bir şekilde geliştirmeleri ile sonlanacaktı. 1896 yılında ise ilk defa Popov tarafından "Heinrich Hertz" ismi Mors alfabesi kullanılarak anlaşılır bir şekilde iletildi.

İtalya'da aradığı desteği bir türlü alamayan Marconi sonunda İngiltere'ye gitti ve burada ilk radyonun patentini aldı. Bu patent alımının ardından birçok farklı versiyonu üretildi. Lee De Forest ve Edwin Howard ArmstrongAmerika'da radyo teknolojisinde çok büyük değişiklikler yaptılar.Tüpler ve devreler kullanrak bambaşka bir hal kazanırdılar. 1947yılında transistörün icadı ise 
radyo
 teknolojisi için bir devrim olmuştur.
Radyonun İcadı

İlk Çatal


İlk Çatal meyve yemek için kullanıldı
Çatal ilk kez olarak 11. yüzyılda, İtalya'da meyve yemek için kullanıldı. 1450'li yıllardan itibaren de, et yemeklerinde kullanılmaya başlandı.İngiltere'deki yemek masalarına ulaşması ise, ancak 1620'li yıllarda oldu.
19. yüzyılın başına gelinceye değin, çatallar iki dişliydi. Daha sonra üç dişli çatallar moda oldu. 1880 yılından itibaren de dört dişli çatallar kullanılmaya başlandılar. İngiliz gemicilerise, "erkekliğe yakıştıramadıkları" için
1900 yılına kadar çatala el sürmediler.
İlk Çatal

İlk izci kız


Sir Robert Baden-Powell'ın erkek izciler için yaptığı yayınların etkisiyle kurulan ilk kız izcilerle ilgili kayıt.
1908 yazına aittir. Glaskowlu bir kız öğrenci Allison Cargill, "Cockoo
Patrol" adlı kız izciler birliğini kurdu. Önceleri Cargill'den başka hiç kimse, projeyle ilgilenmedi.
Ancak, 1909 sonbaharında, kız izci teşkilatına olan ilgi arttı ve Cargill'in birliği,
I. Glaskow İzciler Birliği'nin himayesi altına alındı. William B. Headow da, oymak başkanlığına
getirildi. Kızlar, izci kemeri ve izci rozeti taktılar. Ayrıca, hâki renkli bir fular
takmalarına da izin verildi. Özellikle cumartesi günleri öğleden sonraları bir araya gelerek
çeşitli atletizm yarışmaları yaptılar ve doğal yeteneklerini geliştirdiler.

Neden Kaşınırız


Ne oluyor da kaşınma ihtiyacı hissediyoruz? Bu soruya yanıt vermek için bile kafanızı kaşımanız gerekmiş olabilir.
Tuhaf değil mi? Zira ben de kaşıdım ve bu konuyu araştırmaya koyuldum. Bulduğum bilgileri de paylaşmadan edemedim.
Normal bir kaşınma hissi için, beynimiz deri altındaki sinir hücrelerine vakti geldiğinde kaşınma eyleminin sinyalini iletiyor. Sinir hücreleri harekete geçiyor ve kaşınmamız gerektiğini anlıyoruz. Çünkü derimizin yenilenmeye ihtiyacı var. Ölü hücrelerin, birçok başka yolla vücuttan atılması gibi bu yolla da atılarak yenilenmesi gerekiyor. Bunu da kaşınırken, havlu ile kurulanırken, giyinirken ya da soyunurken bir anlamda sağlıyoruz. Bir an aklıma eski zamanlarda zırhlarla savaşmak durumunda olan şövalyeler geliyor. Onlar için ne de büyük bir sorun olmuştur bu konu, düşünsenize!
Neyse! Kaşıntı hissi komplike bir olay. Çünkü bize bu hissi veren sinir hücreleri, beyinden aldıkları emirle aynı zamanda acı hissini de iletmekle yükümlü olan sinir hücreleri... Dolayısıyla bir yerimizi gereğinden fazla kaşıdığımızda duyduğumuz acının sebebi de bu.
Öte yandan, kaşınma hissi vücudumuzu bir saldırıya karşı korumamız gerektiğinde de oluşabiliyor. Sivrisinekler, arılar ve türlü haşere sistemimize saldırmak için türlü sebepten fırsat kolluyorlar. Vücudumuz ise onların bu saldırılarından korunmak ve bir saldırı halinde sistemin kalkanlarını harekete geçirmek için bize kaşınma hissini veren sinyaller gönderiyor. Bu vesileyle kan dolaşımı hızlanıyor ve saldırı bölgesinde bir takım kimyasal tepkimeler sonucu vücut savunmasını hazır etmeye çalışıyor, direniyor, saldırıya karşı tepki gösteriyor.
Kaşınma, başka bir açıdan beyinde rahatlama duyusunu da harekete geçiriyor. Sistemimiz rahatlamak istediğinde kaşınma isteğini bu yüzden başlatıyor olabilir.
Biliminsanları aynı zamanda HIV, bazı kanser türleri, karaciğer bozukluğu ya da böbrek yetmezliği gibi sebeplerle kaşıntı problemi yaşayan yaklaşık 30 milyon insan olduğunu ifade ediyorlar. Bu tür sebeplerle başlayan ve durmayan kaşınma hissi ise gece uykularını etkileyecek derecede insanları aşırı kaşınmaya sevkedebiliyor. Aşırı kaşınma sebebiyle açılması muhtemel vücut yaralarından mikrop kapma olasılığı ise vücudun bağışıklık sistemine karşı risk oluşturabilecek enfeksiyonların habercisi olabiliyor.
Kaşınmanın toplum içinde uygun bir davranış olmadığını savunanlar da var. Fakat kaşınan kişinin vücudunda bir Sağlıkproblemi olması ihtimali de göz önünde bulundurulacak olursa kaşınmanın aşırı olduğunu düşünenler bir doktora görünseler iyi olur.
Son olarak, bunu da yazmadan edemeyeceğim; vücudumuzdan dökülen ölü deri hücreleri olmasaydı ev mite'ları neyle besleneceklerdi, değil mi ama?
Aslında bu açıdan da bakarsak mutlu olmalıyız. Çünkü hepimizin böylelikle beslediği bir sürü evcil(!) hayvanı var. Ne güzel.
Neden Kaşınırız

Tükenmez kalemin icadı


Günümüzde hemen hemen herkes tarafından kullanılan Tükenmez kalemin icadı...?
Tükenmez kalemin icadı ilk kez 1938 yılında
Macar heykeltıraş ve gazeteci Lasalo Biro tarafından
bulundu. Biro, o yıllarda Budapeşte'de
hükümet tarafından finanse edilen bir
dergi çıkarıyordu. Bir gün, derginin basıldığı
matbaaya gittiğinde, çabuk kuruyan mürekkeplerin
sağlayacağı yararları düşündü ve ilk
tükenmez kalem prototipini geliştirdi. Biro, bu
keşfi üzerinde daha çok çalışmak istiyordu,
ama ülkesinde Nazi baskılarının tırmanması
sonucu Paris'e kaçtı. Oradan da 1940 yılında
Arjantin'e gitti. Lasalo Biro, tükenmez kalemi
bir türlü kafasından çıkaramıyordu. En sonunda
çalışmalarının sonucunu aldı ve 10
Haziran 1943'te "mürekkep damlatmayan"
bir kalemin patentini kendi adına tescil ettirdi.
O sırada, Henry Martin adında bir İngiliz,
hükümeti adına bazı çalışmalar yapmak
üzere Arjantin'e gelmişti. Martin, bir rastlantı
sonucu Biro ile karşılaştı ve buluşuna hayran
kaldı. Çünkü, büyük yüksekliklerde çeşitli hesaplar
yapmak zorunda kalan havacıların dolmakalem
kullanırken ne denli sıkıntılarla karşı
karşıya kaldıklarını biliyordu. Bu yeni kalem,
bu sıkıntıların sonu demekti. Çünkü, çeşitli
yüksekliklerde, hava basıncının değişiminden
etkilenmesi söz konusu değildi. Derhal kaleminİngiltere haklarını satın aldı ve Reading
yakınlarındaki terk edilmiş bir hangarda, İngiliz
Hava Kuvvetleri için tükenmez kalem
yapmaya başladı. Yanında çalışan 17 kız, ilk
bir yıl içinde 30 bin kalem üretmeyi başardılar
ve bunların hepsi satıldı.
Biro patenti altında halka satışı yapılan ilk
tükenmez kalemler ise, 1945 yılı başlarında
Buenos Aires'te Eterpen şirketi tarafından piyasaya
çıkarıldı. Bir Birleşik Amerikalı işadamı
da, bu "büyük buluş"un ABD'ye
aktarılması için faaliyete girişti.
"Su altında yazabilen ilk kalem" olarak
reklam edilen tükenmezler, ABD'de umulanın
da ötesinde bir ilgi gördü. 29 Ekim 1945
günü New York'ta Gimbel's mağazalarında
tanesi 12.5 dolardan satışa çıkarıldı ve akşama
kadar tam 10 bin adet satıldı.
Tükenmez kalemin icadı

Dünyaya En Yakın Yıldız Hangisidir


Dünyaya en yakın yıldız Hangisidir; Güneş Dünyaya en yakın yıldızdır ve 8 ışık dakikası (149.6 milyon km) uzaklıktadır.
Bu aynı zamanda güneşe baktığımızda onun 8 dakika önceki halini görüyoruz demektir.700.000 km yarıçapı ve 15 milyon K çekirdek sıcaklığı göz önüne alındığında H-R diyagramına göre G2 türünden cüce yıldızlar sınıfına girer. Güneş Sisteminin Samanyolu?nda Oort Bulutu?ndan oluştuğu sanılmaktadır. ( C ile K dönüşümü +/- 273 ile yapılır)

Güneş manyetik bir alana sahip olan, dönen ve çekirdeğinde enerji üreten bir gökcismidir. Güneş, güneş sistemindeki Maddenin % 99.85?ni içerir. Gezegenler % 0.135, uydular,asteroidler, kuyruklu yıldızlar, meteoritler ve gezegenler arası ortam ise % 0.015?ni oluşturur. Güneşin enerjisi, 15 milyon K (Kelvin) sıcaklıktaki ve yeryüzü Atmosfer basıncından milyarlarca kez fazla olan çekirdeğindeki, hidrojenin helyuma dönüşmesinden kaynaklanır. Çekirdek tepkimeleri sonucu serbest kalan enerji, yüzeye gelir ve buradan uzaya yayılır. Bu enerjinin sadece 2.2 milyarda biri yeryüzü tarafından soğurulur ve yaşam için gerekli koşulların oluşmasını sağlar. Güneşten, X-ışınlarından radyo dalgalarına kadar her dalga boyunda enerji yayılır. Güneşte ışınım kuvveti ile çekim kuvveti denge halinde bulunur.

700.000 km çapa göre çekirdekte oluşan ışığın hızı da göz önüne alındığında yüzeye yaklaşık 2 sn de gelmesi gerekirken, aşırı hidrojen yoğunluğuna bağlı olarak bu süre 10 milyon yıldır. Aslında biz 8 dakikadan da öte güneşin 10 milyon yıl önce oluşturduğu ışığı görüyoruz.

Güneş
Yeryüzü çapının yaklaşık 110 katı
Yer yüzey alanının 12.000 katı
Yer kütlesinin 333.000 katı,
Yer hacminin ise 1.306.000 katıdır.
Güneş kendi ekseni etrafında diferansiyel dönme hareketi yapar yani kutuplar ve ekvator farklı hızlarda döner. Ekvatoral bölgenin dönme hızı kutupların dönme hızından fazladır. Yaklaşık 400 km kalınlığında olan ve Işıkküre (fotosfer) denilen güneşin gözle görülen parlak yüzeyi teleskopla incelendiğinde granüler (bulgurcuk) yapıya sahip olduğu görülür. Her biri sıcak bir gaz kütlesinin tepesi olan bu granüllerin sayısı yaklaşık 4 milyon kadardır ve tüm güneşin yüzeyini kapsar. Ortalama ömürleri 7-10 dk arasında olan bu granüllerin boyutu 300?1450 km arasındadır ve bu gazlar saatte 0.5 km hızla yükselirler, enerjilerini kaybedince soğuyarak yüzeye doğru düşerler ve granüller arası karanlık çizgileri oluştururlar.

Güneşin kenarı, merkezinden daha karanlık görünür. Bunun nedeni, güneşin merkezine bakıldığında ışıkkürenin derin ve sıcak katmanlarını, kenar kısmına bakıldığında ise daha yüksek ve daha az sıcak katmanlarını görüyor olmamızdır. Işıkkürenin üzerinde, yaklaşık 5.000 km kalınlığında ve renkküre (kromosfer) adını alan bir iç atmosfer vardır. Yapılan araştırmalar renkkürenin kenarlardaki katmanlarının bir çayır yangını görünümünde olduğunu, birbiri üzerine binişen pek çok fışkırtı bulunduğunu belirledi ve bunlara iğnecik (spikül) adı verildi. Bu iğnecikler bulundukları yüzeyden 8.000 km kadar yüksekliğe çıkabilmektedir.
Renkkürenin de üzerinde son derece yüksek sıcaklıklı Güneş tacı (korona) bulunur. Güneş tacı, birkaç güneş yarıçapı uzaklıkta, yaklaşık 2 milyon K?lik bir kinetik sıcaklığa sahiptir. Güneş tacının bu kadar sıcak oluşu, ışıkkürede ve renkkürede bulunan bulgurcuk (granül) ve iğneciklerdeki (spikül) kütle hareketleri olduğu sanılmaktadır. Güneş tacının bu yüksek sıcaklık nedeniyle, dışarıya doğru yayılan ve dünyanın ötesine kadar uzanan elektrik yüklü bir tanecik akımı (nötrino) oluşturur. Bu akım, Güneş rüzgarı olarak adlandırılır.

Güneş lekeleri ışıkküredeki önemli, değişken, kalıcı olmayan, güneş yüzeyine oranla fazla yer kaplamayan ve çok şiddetli manyetik alana sahiptir oluşumlardır. Bu alan 500 gauss?dan başlayıp 4.000 gauss?a kadar çıkabilir, bir karşılaştırma yapmak gerekirse dünyanın manyetik alan şiddeti 1 gauss?dan küçüktür ayrıca güneşin manyetik alan şiddetinin de birkaç gauss olduğu düşünülmektedir Güneşin merkezinde açığa çıkan enerji radyatif iken yüzeye doğru gittikçe maddesel taşınma (konveksiyon) meydana gelir. İşte bu maddesel taşıma ile güneşin diferansiyel dönmesi etkileştiğinde kara leke meydana gelmektedir. Ortaya çıkan leke grubu hızla büyüyerek birbirinden ayrılır ve güneşin dönme yönünde en öndeki leke genellikle en büyük lekedir ve baş leke adını alır. Lekeler max. büyüklüklerine ulaştıktan sonra genellikle birkaç hafta içinde kaybolurlar, yalnız kalan baş leke de giderek küçülerek o da birkaç hafta içinde kaybolur. Ortalama büyüklükteki bir lekenin gölge çapı 30.000 ? 50.000 km arasındadır, nadiren de 140.000 km? ye kadar çıkabilir. Güneş yüzeyinde gözlenen leke sayısı sürekli olarak değişir. Leke etkinliğinin max olduğu iki çevrim arasındaki süre 11 yıldır, buna ilaveten 80 yıllık bir çevrim daha olduğu bilinir.

Genelde renkküre beneklerinde zaman zaman ortaya çıkan ani parlamalar püskürme denir. Küçük püskürmeler birkaç dakika, büyükleri ise birkaç saat sürer. Fışkırmalar, görünüşü çok güzel olan güneş olaylarından biridir. Bunlar güneş yüzeyinde 200.000 km uzunlukta, 40.000 km yükseklikte ve 6.000 km kalınlıkta olabilen şerit biçimli gaz akımlarıdır.

15 milyon K iç sıcaklığa sahip olan güneş, yaydığı enerji (3.86 x 1033 erg/sn) göz önüne alındığında saniyede 4.7 milyon ton kütle kaybetmektedir. Başka bir deyişle güneş yılda kütlesinin 100 milyarda birini kaybetmektedir. Güneşin kütlesinde ve yaydığı enerjide sezilebilir bir değişme ancak 6 milyar yılda ortaya çıkabilir. Dünyanın 4.5 milyar yaşında olduğu düşünülürse, bu da demektir ki güneş, yeryüzü var olduğundan beri hiç değişmemiştir. %60?ı hidrojenden oluşan güneşin bu kadar güçlü enerji açığa çıkarması ancak çekirdek tepkimeleri sonucunda oluşabilir. Bu tepkimeler içerisinde en önemlisi proton-proton tepkimesi olarak adlandırılan çekirdek kaynaşması (füzyon) zinciridir. Açığa çıkan enerjinin küçük bir bölümü de tepkimelerde oluşan nötrinolar tarafından taşınmaktadır.

Güneşin bundan sonraki evriminin öteki yıldızların evrimine benzeyeceği söylenebilir. Bütün hidrojen tükendiğinde helyum ile daha ağır atomlar arasında oluşacak tepkimeler başlayacak, böylece güneş, boyutları büyüyüp parlaklığı artarak, bir kırmızı dev yıldıza dönüşecektir. Sonunda bütün nükleer enerji kaynakları tükenince, dış katmanlarını boşluğa fırlatacak ve gezegenimsi bulutsu oluşturacaktır. (Gezegenimsi bulutsular ise daha sonra yeni yıldızların oluşması için ortam hazırlayacaklardır) Gezegenimsi bulutsu oluşturduktan sonra beyaz cüceye dönecek olan güneş, şu anki çapının 1/100?üne kadar küçülecek. Güneşin toplam ömrünün 10 milyar yıl olduğu tahmin edilmektedir.

MERKÜR
Güneş sisteminde, güneşe 58 milyon km mesafeyle en yakın ve 4.878 km çap ile Plüton?dan sonraki en küçük gezegendir.
Güneş çevresindeki dolanımını 48 km/sn hızla 88 günde tamamlayarak en hızlı dolanan gezegen konumundadır. Kendi ekseni çevresindeki dönme hızı son derece düşüktür ve Merkür?ün 1 günü yaklaşık 180 dünya gününe eşittir.

Yüzey sıcaklığı -170 ile 400 oC arasındadır. Merkür yüzeyine en fazla meteorit çarpan gezegendir, bu nedenle Merkür?ün yüzeyi büyük ölçüde Ay?ın yüzeyi gibi kraterlerle kaplıdır. Yüzlerce km uzunluğunda yılankavi izler saptanmıştır. Bazı bilim adamları Merkür?ün çekirdeğinin önceden eriyik demirden oluştuğunu, bu çekirdeğin soğuyarak katılaşmasından sonra da yüzeyin kilometrelerce büzüldüğünü, bunun sonucunda da kabuk katmanında uzun kıvrımların ortaya çıktığını ileri sürerler. Merkür?ün yakınlarında manyetik bir alanın varlığı bu gezegeninde tıpkı dünya gibi büyük bir demir çekirdeğe sahip olduğunu düşündürmüştür. Merkür?ün atmosferi oldukça önemsizdir ve yerçekimi o kadar zayıftır ki, atmosferinde önemli miktarda gaz tutunamaz.

VENÜS
Venüs kütlesi ve boyutları bakımından neredeyse dünyanın ikizidir. Venüs?e dünyanın kız kardeşi de denir. Ünlü İngiliz fizikçi Maxell?in adının verildiği 11.000 m yükseklikteki dağ hariç olmak üzere Venüs?ün tüm yüzey şekillerine bayan ismi verilmiştir.
Güneşe 108 milyon km mesafeyle ikinci sırada yer alır ve güneş etrafındaki dolanımını 224 günde tamamlar. Çapı yaklaşık 12.103 km (dünyanın 12.756 km) ve kütlesi de dünyanın 0.81 katıdır.

Gezegen; yüzeyinden 50 km yükseklikte, sülfirik asit damlacıklarından oluşmuş 15 km kalınlığında bir bulut ile kaplıdır. Bu bulut tabakasının altında da kükürt dioksit ve kükürt bulutları yer alır. Gezegende meydana gelen şimşek çakmalarının ve hava tedirginliklerinin bu kimyasal yapıdan kaynaklandığı sanılmaktadır. Atmosferin % 96 kadarlık bölümü CO2 ?den oluşmaktadır. Yoğun atmosfer ve gezegeni çevreleyen kalın bulut örtüsü güneş enerjisini öyle bir tutar ki Venüs?ün yüzey sıcaklığı 465 oC?ye ulaşır. Bu güneş sistemindeki gezegenler arasında en yüksek yüzey sıcaklığıdır. Yüzey basıncı da yaklaşık 94 atmosfer basıncı gibi yüksek bir düzeydedir. Öteki gezegenlerin çoğunun tersine Venüs, ekseni çevresinde ters yönde (doğudan batıya doğru) döner ve bir tam dönüşünü 243 günde tamamlar.

DÜNYA (Yer)
Güneş sisteminde, şu ana kadar edinilen bilgiler ışığında canlıların yaşamasına elverişli tek gezegendir. Güneşten yaklaşık 150 milyon km uzaklıkta bulunan yerin, güneş etrafında dolanma hızı 30 km/sn?dir. Kendi ekseni etrafındaki dönüşünü yaklaşık 24 saatte, güneş etrafındaki dolanımını ise 365 gün 6 saatte tamamlar. Güneş sisteminin 5. büyük gezegeni olan dünyanın, ekvator uzunluğu 40.000 km, çapı ise 12.750 km?dir. Kütlesi yaklaşık olarak 6.1021 ton? dur. Toplam yüzey alanı yaklaşık 510 milyon km2 dir. Kara parçaları yüzey alanının %29?unu kaplar. Kuzey Amerika, Güney Amerika, Avrupa, Asya, Afrika, Avustralya ve Antarktika yeryüzündeki kara parçalarını oluşturan 7 kıtadır.

Dünyanın tek doğal uydusu olan ay, yaklaşık 385.000 km uzaklıktadır. Kilitli dönme sistemiyle Ay, dünyaya sürekli olarak aynı yüzünü gösterir. Ay?da atmosfer olmadığında gökyüzü sürekli olarak karanlık görülür ve yüzeyi göktaşı çarpmasına bağlı olarak çok sayıda kraterlerle kaplıdır. Eliptik bir yörüngeye sahip olan Ay, 40.000 km.lik bir band içerisinde Dünya?ya yakınlaşıp, uzaklaşmaktadır.

Yerin biçimi elipsoittir, yani kutuplar ekvatora göre basıktır. Bunun da nedeni, yerin kendi ekseni etrafında dönüşü nedeniyle oluşan merkezkaç kuvvetidir. Mevsimlerin oluşması dünyanın dönme ekseninin eğimiyle ilgilidir. Sıcaklık, yeryüzüne güneş ışınlarının dik gelmesine göre değişir. Yaz aylarında kuzey yarıküreye dik gelen güneş ışınları, kış aylarında ise güney yarıküreye dik olarak gelir. Yerin çevresinde magnetosfer denilen güçlü bir manyetik alan vardır. Magnetosfer, yerden 140 km yükseklikten başlayarak dışa doğru yayılır ve yer yarıçapının yaklaşık 10 katı kadar (64.000 km) bir uzaklığa ulaşır. Bu sayede güneşten salınan elektronlar ve yüksek enerjili protonları yakalayarak yeryüzünde yaşamın devam etmesine katkıda bulunur. Yakalanan bu parçacıklar Van Allen adı verilen ışınım kuşaklarını oluştururlar. Bunlar yeri çevreleyen, eşmerkezli, sınırları kesin olarak ayrılamayan, iki kalın halka biçimindeki yüklü parçacıklar kuşağıdır. Kuşaklara biçimini veren etki yerin manyetik alanıdır. Yerin manyetik alanı simetrik olmadığından bu kuşaklarda simetrik değildir ve yerden 64.000 km yükseklikte ışınım kuşağı birdenbire son bulur. Bu yükseklik yerin manyetik alanın düzenli etkisinin, güneş rüzgarı nedeniyle ortadan kalktığı geçiş noktasıdır.
Magnetosferin dış sınırında, yerin çekim alanından kurtulan parçacıkların uyguladığı basınç ile güneşin kütleçekimi alanından kurtulan proton ve elektronlardan oluşan parçacık akışının (güneş rüzgarı) uyguladığı basınç birbirini dengeler. Yaklaşık 100 km kalınlığındaki bu dengelenmiş kuşağa magnetopoz denir ve burası magnetosferin dış sınırını oluşturur.

Güneş rüzgarının bu basıncı, magnetosfer üzerinde bir miktar daralmaya yol açar ve magnetosfer kabaca bir kuyruklu yıldız biçimini alır. Yer bu kuyruklu yıldızın çekirdek bölümünde bulunur, magnetosferin kuyruğu ise yerden güneşten öte tarafa doğru uzar.

Sıvı halde su içerdiği bilinen tek gezegen, dünyadır. Hidrosferin toplam kütlesinin %98?den fazlasını deniz suyu, geri kalanını ise göller ve akarsular oluşturur. Yerin kütlesi üç ayrı bölümden oluşur.
Kabuk (Litosfer) ; kalınlığı yaklaşık 35 km? dir.
Manto ; 35 ? 2.900 km arasındaki bölümdür
Çekirdek ;2.900 ? 6.400 km arasındaki bölümdür.
Dış çekirdek erimiş haldeki demir metallerinden, iç çekirdeğin ise yüksek basınç altında olması nedeniyle ( yaklaşık 3.2 milyon atmosfer basıncı) donmuş demir metallerinden oluştuğu sanılmaktadır. Kutup bölgelerinde atmosfer dışından gelen elektron ve proton gibi hızlı parçacıklar ile üst atmosferdeki atomlar arasındaki etkileşimler sonucunda çapı 2.000 km? ye kadar uzanan ışık olayları görülür. Bu kutup ışıkları perde, yay, ışın, şerit, yelpaze şeklinde olabileceği gibi kutup ışığı fırtınası da denilen değişebilen ışık gösterileri biçiminde de olabilir. Bu ışık olaylarının kutuplarda olmasının nedeni de, güneş rüzgarlarınca taşınan yüklü parçacıkların, yerin manyetik alanı tarafından kutuplara doğru iletilmesidir.

Dünyanın güneşin çevresindeki, güneşin de samanyolu galaksisi çevresindeki dolanımları ve bütün evrenin geometrik yapısı da kütleçekimi (yerçekimi) kuvvetinin sonucudur. Einstein?in geliştirdiği genel görelilik kuramı, 200 yıldan fazla geçerliliğini koruyan Newton?un kütleçekimi kavramına karşı tamamen yeni bir anlayış ortaya koymuştur. Buna göre Eukleides geometrisine değil Riemann geometrisine uyan bir evren ortaya çıkar ve böyle bir evrende cisimler eğrisel jeodezik (en kısa yol) üzerinde yol alırlar. Böylece Newton?un kuramına aykırı düşen;

*Işık ışınlarının, güneş gibi kütlesi çok büyük bir cismin yanından geçerken doğrultu değiştirmesi,
*Kütlesi çok büyük bir cisimden salınan ışığın renginin kırmızıya kayması,
*Yerden yüksekte tutulan bir saatin yeryüzündeki saate göre geri kalması,
*Merkür?ün yörüngesinin güneş çevresinde yalpalaması

gibi olayların da açıklanması, Einstein?in geliştirdiği genel görelilik kuramı sayesinde mümkün olmuştur.

Havayuvarı da olarak bilinen atmosfer, %78 N ve %21 O2?den oluşur. Geri kalan %1? de ise daha çok argon olmak üzere su buharı, CO2 ve diğer gazlar vardır. Deniz yüzeyinde cm2?ye 1.033 kg?lık basınç uygular ki bu da 760 mm yüksekliğindeki civa sütununun uyguladığı basınca eşittir. Kabaca 1.000 km olan bu hava örtüsünün derinliği, yükseklik arttıkça giderek inceldiğinden tam olarak bilinememektedir. Atmosfer ağırlığının %50?si yerden 5.5 km yükseklikte, %99?dan fazlası yerden 40 km?lik yükseklikte bulunur. Yerden 100 km yükseklikte atmosfer, hava boşluğu olarak nitelendirilebilecek kadar seyrelir. Burada basınç, deniz yüzeyindeki atmosfer basıncının milyonda biridir. Su buharı ilk 10-15 km?lik bölümde yoğunlaşmıştır. Büyük bölümü 30-80 km arasında yoğunlaşmış olan ozon tabakası ise güneşten gelen zararlı morötesi ışınları soğurduğundan yeryüzündeki yaşam açısından büyük önem taşır.

Atmosfer sıcaklık değişikliklerine göre katmanlara ayrılır ;
Troposfer; sıcaklığın giderek azaldığı yerden 11 km?lik yüksekliğe ulaşan bölgedir. Bu yükseklik kutuplarda 8 km, ekvatorda ise 17 km?dir. Yeri etkileyen hava süreçlerinin çoğu burada gerçekleşir.

Stratosfer ; troposferden sonraki 50 km?lik bölgedir ki burada sıcaklık yeniden artmaya başlar. Ozon tabakasının bulunduğu stratosferin üst bölümünde sıcaklık kabaca yeryüzeyi ile aynıdır.

Mezosfer ; stratosferin üzerinde yer alan bu kuşakta ise hava sıcaklığı yaklaşık 85 km yükseklikte en düşük değeri olan -100 oC?ye düşer.

Termosfer ; mezosferin üzerinde yer alan bu kuşakta ise sıcaklık yeniden yükselerek 1.750 oC?ye kadar çıkar.
Atmosferin diğer bölgelerinin belirlenebilmesi amacıyla sıcaklıktan başka parametrelere de ihtiyaç vardır.

Yerden 55 km yükseklikten başlayıp yer çapının birkaç katına kadar çıkan bölgede çok miktarda iyon olduğundan buraya İyonosfer bölgesi denir.
Gazların dengeli dağılımı ve bölgenin her yerinde aynı oranda olması nedeniyle yerden mezosferin ortalarına kadar olan bölgeye homosfer, daha yükseklerde ise yoğunluğun azalması nedeniyle gazların oranlarında değişmeler görüldüğünden bu bölgeye de heterosfer denir.

Egzosferde atmosferin yoğunluğu o kadar azalır ki, molekül çarpışmaları giderek yok olur ve buna bağlı olarak da sıcaklık kavramı bilinen anlamını yitirir. Bu bölgede hidrojen ve helyum gibi hafif atomlar yerin kütleçekiminden tümüyle kurtulmalarına yetecek hıza ulaşabilirler.

MARS (Merih)
Demir oksit nedeniyle kırmızı gezegen olarak adlandırılan Mars?a aynı zamanda dünyanın erkek kardeşi de denilmektedir. 228 milyon km mesafesi ile güneşe olan uzaklığı bakımından 4. Sırada yer alan Mars kırmızımsı görünümdedir. Güneşin etrafında eliptik bir eksende dolanan Mars, bir turunu 657 günde tamamlarken, kendi çevresini 24.5 saatte döner. 6.787 km çap ile dünyanın yarısı kadar bir büyüklüğe sahip olan Mars?ın ortalama yüzey sıcaklığı (- 40 oC) dir.

Mars?ın çevresinde manyetik alan saptanamaması ve yoğunluğunun düşük olması dikkate alındığında , gezegenin çekirdek bölümünün metalsi yapıda olmadığına işaret eder. Mars?ın ince atmosferi temel olarak CO2?den oluşur. Bir miktar da azot ve argon içerir, ayrıca eser miktarda da su buharına rastlanmıştır. Mars?ın kuzey ve güney yarıkürelerinin son derece farklı yüzey yapılarından oluştuğu anlaşılmıştır. Güney yarıküre daha eski ve kraterli, kuzey yarıküre ise daha genç ve volkanik kökenlidir. Mars?ın yüzeyinde çeşitli yanardağların, geniş lav düzlüklerinin, çeşitli türden kanalların ve kanyonların ve Heyelan kalıntılarının olduğu saptanmıştır. Bu yüzey şekillerinin boyutları, dünya yüzeyindekilerinin boyutlarına oranla oldukça büyüktür.

Mars, güneş sistemindeki bilinen en büyük yanardağ olan Olympus Mons?u bünyesinde bulundurur. Bu dağın taban çapı 600 km yüksekliği ise 20 km civarındadır. Olympus Mons?un da içinde bulunduğu Tharsis yaylasında bir çok yüksek yanardağ da vardır. Buna karşılık ekvatoral bölgede ise 2.000 km genişliğinde büyük bir çöküntü alanı vardır. Rüzgar, Mars?ın yüzey şekillerinin oluşmasında önemli bir etkendir. Gezegenin yüzeyinde rüzgarlarca biriktirilmiş kumullara ve krater izlerine rastlanır.

Mars?ın Phobos ve Deimos isimli iki uydusu vardır. Yüzeylerinin düzensiz, kraterli kaya bloklarından oluştuğu anlaşılmıştır. Bunların Mars?ın oluşumu evresinde kütle çekimine yakalanarak yörüngesine giren küçük gezegenler (asteroid) olduğu sanılmaktadır.

JÜPİTER (Müşteri)
Güneş sistemindeki en büyük gezegendir. Yaklaşık 143.000 km çapa sahip olan Jüpiter?in kütlesi Yer?inkinin 318 katı, hacmi ise 1.300 katıdır. Jüpiter?in bu devasa kütlesinin oluşturduğu kütle çekimi etkisi, güneş sistemindeki diğer gezegenler üzerinde önemli tedirginliklere yol açar. 4 tanesi 1610?da Galileo tarafından bulunmuş en az 16 uyduya sahip olan Jüpiter, güneş sisteminin küçük bir modeli gibidir.

Hidrojen ve helyum elementlerinden oluştuğu ve güneşten aldığı kızılötesi ışınların %70?ni geri saldığı anlaşılan Jüpiter?in çekirdeğinin, yer büyüklüğünde, kayaç yapılı ve iletkenliği çok yüksek sıvı metallerle kaplı olduğu sanılmaktadır.
Jüpiter ile uydularından biri olan İo arasında bir akım hattı vardır ve bu hattan akan yüklü parçacıklar ile gezegenin dış atmosferindeki yüklü parçacıkların etkileşimi sonucunda yaygın bir kutup ışığı ışıması ortaya çıkmaktadır.
Yaklaşık 10 saatte kendi ekseni etrafında dolanan Jüpiter, bilinen gezegenler içerisinde en büyük manyetik alana sahip olandır ve yarıçapının 100 katına kadar ulaşarak Satürn?ün yörüngesini içine alır. Yüzeyinde oldukça büyük bir alanı kaplayan kırmızı lekesi vardır.

Ganymedes (Ganimed ya da Jüpiter III) ; Gezegenden 1.070.000 km uzakta bir yörüngede dolanan Ganymedes, Jüpiter?in en büyük uydusudur. Yoğunluğunun çok düşük olması kütlesinin yaklaşık yarı yarıya kaya ve buzdan oluştuğunu gösterir.
Europa (Jüpiter II) ; Jüpiter?in dördüncü büyük uydusu olan Europa?nın yüzeyinin büyük bölümü düzgün ve çok parlak buzla kaplıdır. Europa?nın en çarpıcı özeliği, yüzeyinde çapraz, koyu renkli, karmaşık çizgilerin bulunmasıdır. Bunlar onlarca km genişliğinde ve bazen binlerce km uzunluğundadır. Bunların Europa?nın kabuğundaki gerilmelerin yarattığı çatlaklar olduğu düşünülmektedir.

İo ; 4 büyük Galileo uydusundan en içte yer alanıdır ve Yer dışında etkin yanardağlara sahip olduğu bilinen tek gökcismidir. Kendi ekseni etrafındaki dönme hızı ile yörüngede dönme hızı aynı olan (1.77 Yer günü) İo, Jüpiter?e her zaman aynı yüzünü gösterir. İo?nun olağanüstü çok renkli görünümü, çok sayıdaki lav akıntısından kaynaklanmaktadır ve bu akıntılar o kadar çoktur ki, uydunun yüzeyi her yıl 1 cm kalınlığında yeni bir örtüyle kaplanmaktadır.

SATÜRN (Zühal)
Satürn güneş sisteminde Jüpiter?den sonra en büyük gezegendir. Kütlesi Yer?inkinin 95 katı, hacmi ise yaklaşık 750 katıdır. En büyüğü Titan olmak üzere tümü buz yapılı 22 uydusu vardır ve Güneş sisteminde en fazla uyduya sahip olan gezegendir. Güneş sisteminde yoğunluğu sudan az olan tek gezegendir. Eğer Satürn?ü Okyanus üzerine bırakabilseydik suya batmaz, yüzerdi.
Gezegenin ekvator düzlemi, yörünge düzlemine göre 27o yatıktır. Bu nedenle gezegenin üzerinde mevsimsel değişiklikler olduğu düşünülmektedir. Gezegenin çevresinde ince, yassı ve birbirinden ayrı 7 halkadan oluşan bir dış halka sistemi vardır. Halkalar ancak birkaç yüz metre kalınlığındadır ve ekvator düzleminde sabit bir konumdadır. Halkalar değişik boyutlarda, birbirinden ayrı sayısız cisimden oluşur. Bu cisimlerin büyüklüğü ince toz zerresinden onlarca km çapındaki kütlelere kadar değişir.

Halkaları oluşturan cisimler ayrı ayrı gözlemlenememiştir, bunların varlığı güneş ışığını ve radar dalgalarını yansıtma tarzlarına bağlı olarak belirlenmiştir. Bunların yüzeyinde su buzuna rastlanılmıştır, aslında halka malzemesinin asıl hacmini su buzu oluşturur.
Satürn?ün uydusu Titan, şu anda dünyanın ilk oluşum evrelerine çok benzemektedir. Bu nedenle Titan?ın gelecekte insanoğlunun yeni adresi olabileceği düşünülüyor.

URANÜS
Uranüs?ün kütlesi Yer?inkinin 15 katı, hacmi ise 67 katıdır. Uranüs?ün çevresinde ince, keskin hatlı ve koyu renkli 10 halkanın olduğu tespit edilmiştir. Halkaların tümü, yaklaşık 1 m çapında koyu renkli kaya benzeri parçalardan oluşmaktadır. Bunların yapısı henüz belirlenememiştir. Uranüs, kutbu güneşe bakacak şekilde tekerlek gibi döner. Böylece etrafındaki halkalarda dik olarak onunla birlikte döner.

Uranüs?ün 21 uydusu bulunmaktadır. Satürn?den sonra en fazla uyduya sahip olan gezegendir. Beş büyük uydusunun (Miranda, Umbriel, Ariel, Oberon ve Titania) çapı 310 ? 1600 km arasında değişir.

Uranüs?de, Yer?in ve Satürn?ün çevresindekilerle karşılaştırılabilecek ölçüde manyetik alan vardır. Manyetik alanın ekseni, gezegenin dönme eksenine göre 55o eğiktir ve bu diğer gezegenlere oranla oldukça yüksek bir değerdir. Bu eğiklik manyetik alanın, güneş rüzgarı karşında tirbuşan benzeri uzun bir kuyruk yapmasına neden olur. Gezegenin dönme periyodu yaklaşık olarak 17.5 saattir ve dönme ekseni olağandışıdır. Uranüs?ün eriyik halde bulunan ağır bir çekirdeği vardır. Çekirdeğin çevresinde ise su, metan ve amonyaktan oluşan birkaç bin oC sıcaklığında ve binlerce km kalınlığında bir manto yer alır. Bu aşırı sıcak mantonun, üzerindeki atmosferin ağırlığından kaynaklanan devasa basıncın etkisiyle kaynayamadığı ve buranın elektriksel olarak iletken olduğu, gezegenin manyetik alanını ürettiği sanılmaktadır.

NEPTÜN
Neptün, varlığı keşfedilmeden önce matematiksel yöntemlerle orada olması gerektiği hesaplanan bir gezegendir. Neptün?ün kütlesi Yer?inkinin 17 katı, hacmi ise 57 katıdır. Yüzeyinde büyük bir kara leke vardır.

8 uyduya sahip olan Neptün, kendi ekseni etrafındaki bir dönüşünü 16 saate yapmaktadır. Yapılan çalışmalar çevresinde 5 halkanın bulunduğunu ve gezegenin manyetik alana sahip olduğunu göstermiştir. Jupiter ve Satürn gibi önemli bir iç ısıya sahip olduğu düşünülmektedir.

Yer atmosferinin stratosfer katmanında olduğu gibi sıcaklık terslenmesi (yüksekliğe bağlı olarak sıcaklık artması) vardır. Bunu açıklayabilecek düzeyde ozon ya da metan bulunmadığından, bu sıcaklık terslenmesi açıklanamamıştır.

PLÜTON
Güneş?den 5.913 milyon km mesafesi ile en uzak gezegendir. Çapı yaklaşık 2,300 km olan Plüton, Dünya?nın uydusu olan Ay?dan bile küçüktür. Yoğunluğu çok düşük olan gezegenin yüzeyi metan donu ve buzundan oluşmuştur. Sıcaklığın ?220 oC kadar olduğu gezegende atmosfer ya çok ince bir tabaka halindedir ya da hiç yoktur. Plüton?un farklı fiziksel özelikleri (kütlesi, büyüklüğü, eksenel dönme, yörünge dışmerkezliği ve eğiklik gibi) farklı bir evrim geçirdiğinin göstergesidir.

Araştırmalar gezegenin eskiden Neptün?ün bir uydusu olduğunu ve sonradan bu sistemden ayrıldığını gösterir. Plüton?un Charon adında, kendisinin yarısı büyüklüğünde ve onda biri ağırlığında bir uydusu vardır.
Dünyaya En Yakın Yıldız Hangisidir

Elektirik Nasıl Üretilir


Kendi elektirigimi kendim üretirim diyorsanız :)
Elektrik, bakır gibi iletken bir telin manyetik bir alan içinde hareket ettirilmesi ile üretilir. Elektrik jeneratörü, bir mıknatıs içinde dönen sarılı iletken tellerin bulunduğu, ve bu tellerin mıknatıs içinde dönmesiyle elektrik akımı üreten bir makinadır. Evlerimizde, işyerlerimizde, endüstride gereksinim duyduğumuz büyük miktardaki elektrik enerjisini elde etmek için, elektrik jeneratörlerini döndürecek büyük güç santrallarına ihtiyaç duyarız.
Çoğu güç santralı, jeneratörü döndürmek için ısı üretiminde bulunurlar. Fosil yakıtlı santrallar ısı üretimi için doğal gaz, kömür ve petrol yakarlar. Nükleer santrallar da uranyum yakıtını parçalayarak ısı üretirler. Ancak bütün bu değişik tip santrallar ürettikleri ısıyı, suyu buhar haline dönüştürmek için kullanırlar.
Oluşan buhar ise elektrik jeneratörüne bağlı olan türbine verilir. Su buharı, türbin şaftı üzerinde bulunan binlerce kanatçık üzerinden geçerken daha önce üretilen ısıdan almış olduğu enerjiyi kullanarak, türbin şaftını döndürür. İşte bu dönme, jeneratörün elektrik üretmek için gereksinim duyduğu mekanik harekettir. Jeneratörde oluşan elektrik ise iletim hatları denilen iletken teller ile kullanılacağı yere gönderilir.
Türbinden çıkan, enerjisi diğer bir deyişle basınç ve sıcaklığı azalmış buhar ise yoğunlaştırıcı (kondenser) denilen bölümde soğutulup su haline dönüştürüldükten sonra, tekrar kullanılmak üzere santralın ısı üretilen bölümüne geri gönderilir. Yoğunlaştırıcıda soğutma işini sağlayabilmek için deniz, göl veya ırmaklarda bulunan su kullanılır. Su kaynaklarından uzak bölgelerde ise santralın hemen yanında bulunan ve uzaktan bakıldığı zaman geniş dev bacalara benzeyen soğutma kuleleri kullanılır. Bu kulelerin üzerinde görülen beyaz duman ise su buharıdır.
Elektrik üretmek için kullanılan diğer bir yöntem ise hidrolik santrallardır. Bu yöntem ile barajlarda biriktirilen su, bir su türbinini üzerinden geçirilir ve türbine bağlı elektrik jeneratörü döndürülerek elektrik üretilir.
Yukarıda bahsedilen bu yöntemler büyük miktarlarda elektrik enerjisini üretmek için kullanılırlar. Bunların yanı sıra rüzgar, güneş ve jeotermal enerji kullanarak da elektrik üretilmektedir. Ancak bu tür kaynaklardan üretilen enerji miktarı asıl ihtiyacımızı kendi başına karşılamaktan uzaktır.
Su, güneş, rüzgar ve jeotermal kaynaklara, yenilenebilir enerji kaynakları denir. Bu kaynaklar diğerleri gibi tükenmezler. Petrol, doğal gaz, kömür, uranyum gibi maddeler önümüzdeki birkaç yüzyıl içinde tükenecektir.
Elektirik Nasıl Üretilir

Tarihdeki İlk Asma Köprü


Tarihdeki İlk Asma Köprü İndüs Nehri" üzerinde kuruldu.Peki kim kurdu?
"İndüs Nehri" üzerinde kuruldu. Çinli keşiş "Fa Hsien", M.S. 399 yılında bu köprüden söz ederken, "Çok, çok eski" sözcüklerini
kullandı.Batı dünyasının ilk asma köprüsü ise, İngiltere'de,Middleton yakınlarında kurulan
"Wyncb Köprüsü"dür. 23 metre uzunluğunda ve 60 santim genişliğinde olan bu köprü, yöredeki maden işçilerinin geçebilmesi için
1742 yılında yapıldı. Daha sonra 1796'yılına kadar asma köprü yapım tekniğinde bir gelişme
görülmedi. O yıl, James Finlay, üzerinden yol geçen ilk asma köprüyü Jacob's Vadisi
üzerinde yaptı ve Unionstown ile Greensburg arasını hayli kısalttı.
Tarihdeki İlk Asma Köprü

Nedir bu @ işareti


E-posta gönderiyorsanız @ işareti size yabancı değildir. Peki ama ne anlama geliyor biliyor musunuz?
Hemen her gün e-posta yazarken veya e-posta adresimizi birilerine verirken bu işareti kullanıyoruz. Peki ama @ işaretinin gerçek anlamını ve nereden geldiğini biliyor musunuz? Bu işaret 473 yıl önce, günümüzde ki anlamı ve kullanımından çok farklı bir amaca hizmet ediyordu.
@ işaretinin bilinen ilk kullanımına 4 Mayıs 1536 yılına Francesco Lapi adlı Floransalı bir tüccarın yazdığı bir mektupta rastlandı. Lapi yazdığı mektubunda İspanya'daki şarap fiyatlarından bahsederken @ işaretini kullanmıştı. O zamanlarda, bir fıçının 13'te birine karşılık gelen, ticari bir ölçü biri olarak kullanılan @, daha sonra daktilolara da girdi. Zaman için kullanımı değişen işaret bir süre sonra belli bir ürünün birim fiyatını belirtmek için kullanılmaya başlandı. Yani insanlar artık "tanesi 5 liradan 10 ürün" gibi bir tanım kullanmak yerine "10 ürün @ 5 lira" demeye başladılar.
1971 yılında Ray Tomlinson ise bu işaretin, e-posta sunucularındaki kullanıcıları tanımlamak için uygun olduğuna karar verdi. O tarihten itibarense @ artık bugünkü şekilde e-postalardaki kullanım şeklinde kavuşmuş oldu.
Nedir bu @ işareti
hurriyet.com.tr

Kömürü İlk Bulan Kişi


Acaba kim buldu bu kömürü merak edenler işte cevabı burada.
Padişah II. Mahmut zamanında, 1829 yılında
"Uzun Mehmet" adlı bir deniz eri, Havza'da
ilk kömür yatağını keşfetti. Karadeniz
Ereğlisi'nden, İnebolu'ya kadar 180 kilometrelik
bir uzunluk ve 50 kilometrelik derinlikten
oluşan ilk kömür yatağından çıkarılan
kömürlerden, donanma yararlanmıştı. Bölgede
yeni kuyular açılarak üretimin artırılmasına,
1893 yılında başlandı. Günümüzde kömür
üretimi, Türkiye Kömür İşletmeleri'nin tekelindedir.

Jiletin icadı


Öyle bir şey bul ki, müşteri tekrar almak zorunda kalsın
King Camp Gillette tarafından 2 Aralık 1901
günü patenti alındı. Aslında Gillette'e bu fikri,
patronu William Painter vermişti. Bir gün
ona gelerek, "Neden şöyle bir kere kullanıldıktan
sonra atılabilecek bir şey yapmıyorsun?
Öyle bir şey bul ki, müşteri tekrar almak zorunda
kalsın!" dedi. Gillette, bu öneriyi 1895
yılma kadar hiç önemsemedi. O yıl, bir gün
aynanın önünde durup yüzüne bakarken, usturanın
yerini alabilecek bir şey yapmak fikri
geldi.
Derhal çelik üreticileriyle temaslara başladi.
Ama, konuştuğu bütün ustalar, ona yeterince
ince, yeterince düzgün, yeterince keskin
ve yeterince ucuz bir kesici çelik yapmanın olanaksız
olduğunu söylediler. Bir gün (28 Eylül
1901) Boston'da William Nickerson adlı bir
teknisyene rastladı ve öteki bütün ustaların sıraladıkları
güçlüklerin üstesinden birlikte geldiler.
1903 yılında, jilet üretimi başladı.
Jiletin icadı

Uzayda ilk yürüyüş


Uzayda ilk yürüyen Ruslar mı? yoksa Amerikalılar mı?
Aleksey Arkipoviç Leonov adlı Rus astronot,
18 Mart 1965 günü Greenwich saat ayarı ile
08.30'da uzayda "Voskhod II" adlı araçtan
çıkarak 12 dakika 9 saniye müddetle "yürüdü".
Astronot Leonov, bu yürüyüş sırasında
yaklaşık 5 metre uzunluğunda bir naylon iple
araca bağlı kalmıştı. Yaptığı uzay yürüyüşü sırasında
saatte 17 bin 500 millik bir hızla 3 bin
mil yol aldı.
Uzayda ilk yürüyüş

Ay Olmasaydı


Ay olmasaydı ne olurdu? Bu durum Dünya'ya iklimlere yeryüzünde yaşayan milyonlarca tür canlıya nasıl tesir ederdi?
Ay mevcut kütlesinden daha büyük veya küçük olsaydı neler olurdu? Dünya'nın yörüngesine rastgele girivermiş bir kütle midir Ay

Soruları daha da artırmak mümkün. Maine Üniversitesi'nden (ABD) Astronom Neil F. Comins Ay'ın olmaması durumunda insanları nasıl bir senaryonun beklediğini yazdığı kitapta anlatmıştır.1 Comins'e göre Dünya'nın kâinatta hayatı idame ettirmeye müsait tek ortam olmasının (günümüz verileri ışığında) milyonlarca sebebinden biri de Dünya-Ay arasındaki hassas denge münasebetidir. Kâinatta hiçbir hâdise tesadüfen meydana gelmediği gibi “Güneş ve Ay bir hesap iledir.”2 ilâhî beyanıyla tavsif edilen Ay bir denge unsuru olarak var edilmiştir. Bu denge o kadar hassastır ki Ay olmasaydı “Dünya'da sebepler plânında hayat da olmazdı.” denebilir.

Atmosferi olmayan üzeri kraterlerle kaplı toz ve kayalarla dolu bir küre parçası olan Ay Dünya'nın tek uydusudur. Ay'ın yarıçapı Dünya'nın yarıçapının yaklaşık dörtte biri; hacmi Dünya'nın hacminin yaklaşık ellide biri; kütlesi ise Dünya'nın kütlesinin yaklaşık seksen birde biri kadardır. Ay Dünya'nın merkezinden yaklaşık 385.000 km uzaklıkta bulunmakta ve Dünya etrafındaki bir dönüşünü 295 günde tamamlamaktadır. Yaratılışı tam olarak aydınlatılmış olmasa da hâlihazırda en geçerli nazariyeye göre astronomların Theia ismini verdikleri Dünya'dan on kat daha hafif başka bir gezegen Dünya'ya çarpmış ve bu çarpışmada Theia'nın bir bölümü kopup uzaya fırlamıştır. Uzamış ve şeklini büyük ölçüde yitirmiş olan bu kütle Dünya'nın çevresini dolandıktan sonra tekrar Dünya'ya çarpmıştır.

Bu çarpışmada Theia'nın demirden çekirdeği Dünya'nın merkezine çökelirken mantosundaki hafif kayalar da uzaya saçılmıştır. Zaman içinde bu kaya parçaları birbirleriyle kaynaşarak Ay'ı oluşturmuştur. Ay önce Dünya'dan yalnızca 22.000 kilometre uzaklıkta bir yörüngeye oturmuş; zaman içinde bu yörünge genişleyerek günümüzdeki ortalama 385.000 km'lik yarıçapa ulaşmıştır.

Ay'ın Dünya üzerindeki en büyük tesiri med-cezir hâdisesidir. “Evrensel çekim” prensibi kâinattaki herhangi iki kütlenin birbirini çektiğini bu çekme kuvvetinin Maddelerin kütleleriyle doğru aralarındaki mesafenin karesiyle ters orantılı olduğunu ifade eder. Dünya ile Ay arasındaki çekim kuvveti suyla kara arasındaki adhezyon (Birbirine temas eden farklı maddeler arasındaki çekim kuvveti. Bardaktaki suyu boşalttığımızda bir miktarının bardakta kalması buna bir örnektir.) kuvvetinin nispî olarak zayıf olması sebebiyle dünyadaki Okyanus ve denizlerin kabarmasına veya alçalmasına vasıta olur. Bu hâdiseye “med-cezir” (gel-git) denir ve Ay'ın konumuna göre med (kabarma) veya cezir (alçalma çekilme) hâdiseleri gözlenir. Dünya'daki med-cezir hâdiselerinin üçte biri Güneş geri kalanı ise Ay'ın çekim kuvveti sebebiyle yaratılmaktadır.

Ay med-cezir hâdisesinden dolayı Dünya'dan her yıl yaklaşık 4 cm uzaklaşmaktadır.5 Bu uzaklaşma ile beraber Dünya-Ay sisteminin açısal momentumunun korunması için Dünya'nın kendi etrafındaki dönme süresinin (1 gün) yılda 0.02 milisaniye uzadığı tespit edilmiştir.6 Şu an yaklaşık 24 saat olan Dünya'nın kendi ekseni etrafında dönme süresinin Ay ilk yaratıldığında 8 saat olduğu arada geçen süre zarfında günlerin uzayarak şimdiki hâline geldiği belirlenmiştir. Ay yaratılmasaydı Dünya üzerinde med-cezir hâdisesinin meydana gelmemesinden dolayı 1 gün yaklaşık yine sekiz saat olurdu ki bu da Dünya'nın 3 kat daha hızlı dönmesi demektir. Bir gezegenin kendi ekseni etrafında daha hızlı dönmesi yüzeyindeki rüzgârların daha şiddetli esmesine yol açabilir. Meselâ kendi etrafında çok hızlı dönen Jüpiter ve Satürn'ün bir gününün yaklaşık 10 saat olduğu bu sebeple yüzeylerinde doğu-batı doğrultusunda saatte hızı 500 km'ye varan sert rüzgârların estiği bilinmektedir. Bu gezegenlerin atmosferlerinde ve dönme yönlerinde bu şiddetli rüzgârların yol açtığı toz bulutları dünyadan teleskoplarla görülebilmektedir.

Jüpiter'in Hubble uzay Teleskopu ile çekilmiş yukarıdaki fotoğrafında görülen siyah nokta en yakınında dolanan uydusu Io'nun gölgesidir. Jüpiter 10 saatte bir dönüşünü tamamladıkça atmosferini de beraberinde sürükler. Sürüklenen atmosferle doğu-batı doğrultusunda rüzgârlar oluşturulur. Fotoğraftaki koyu ve beyaz sarımlar Jüpiter üzerindeki rüzgârların istikametini göstermektedir.

Ay olmasaydı Dünya'nın daha hızlı dönmesinden dolayı hava kara ve denizler arasındaki ısı değişimi daha hızlı olurdu ve yeryüzünde doğu-batı doğrultusunda saatteki hızı yaklaşık 160 km olan kasırgalar eserdi. Bu da başta insan olmak üzere kompleks yapıda olan canlıların yaşamasına sebepler açısından elverişsiz şartların meydana gelmesi demektir. Meselâ konuşma ve dinleme gibi temel beşerî faaliyetler de gerçekleşemeyebilirdi. Bir gün sekiz saat olacağı için başta insan olmak üzere bazı canlıların biyolojik saatleri ile gün saati arasındaki farktan dolayı hayat karmaşık bir vaziyet alacak ve birtakım biyolojik dengesizlikler yavaş yavaş belirecekti. Ay olmasa idi kabarma hâdisesi düşük olacak ve deniz canlıları için uygun bir ortam meydana gelemeyebilecekti.1

Ay Dünya'nın dönme ekseninin 235 derece açıda dengelenmesinde de rol almaktadır. Dünya'nın bu eğikliğinin mevsimlerin meydana gelmesine eğiklik açısının kutupların ve Ekvator'un dengeli miktarda güneş ışığı almasına vesile olduğu böylece Dünya'da hayatın devam etmesine uygun iklim şartlarının oluşturulduğu bilinmektedir. 7

Ay'ın Dünya üzerindeki bir başka tesiri de Güne'ten gelen ışığı yansıtarak Dünya'nın 02 ºC ısınmasına sebep olmasıdır.8 Ayrıca Ay uzay boşluğunda gezen göktaşlarına karşı bir kalkan vazifesi gördüğünden yokluğunda Dünya yüzeyine daha fazla göktaşı düşebilirdi.

Uzaydan gelen kozmik ışınların çoğu Dünya'ya giydirilen manyetik alan tarafından zararsız hâle getirilmektedir. Çok azı da Dünya'ya ulaşıp atmosferdeki ve yeryüzündeki kimyevî hâdiselerin meydana gelmesinde rol oynamaktadır. Ay olmasaydı Dünya ile birlikte merkezi de hızlı dönecekti. Dünya'nın merkezinde hızlı dönen sıvı dış çekirdek sebebiyle manyetik alan da daha kuvvetli olacaktı. Bu durumda hem atmosferin yapısında değişiklikler meydana gelecek hem de bazı bakteriler ve manyetik alanı kullanarak yön bulan deniz kaplumbağaları som balıkları yılan balıkları güvercinler göçmen kuşlar gibi birçok canlı menfî tesir görecek ve çeşitli Ekosistemler bugünkünden çok daha farklı olacaktı.

Bilindiği gibi Ay Güne'le birlikte insanlık tarihi boyunca bir takvim olarak kullanılmıştır. Yüce kitabımız Kur'ân'ı Kerîm “hem de yılların sayısını ve hesabı bilesiniz ”9 İlâhî beyanıyla Güneş ve Ay'ın bu hizmetine dikkatimizi çeker:

Ay bağlandığı gezegene nispetle bilinen en büyük uydudur (Dünya kütlesinin % 123'ü kadar bir kütleye sahiptir)4 ve bu büyüklük daha önce de belirtildiği gibi Dünya'nın hassas dengesinin meydana getirilmesinde veya hayatın yeryüzünde tesis edilmesinde kritik bir öneme sahiptir. Dünya üzerindeki tesirleri incelendiğinde Ay'ın hayatımız için özel olarak yaratıldığı görülecektir. Ay'ın bu ayrıcalığına yine Kur'ân'ı Kerîm dikkatimizi şöyle çekiyor: O Güne'i ve Ay'ı da ince birer hesap ölçüsü kıldı 10

Netice itibariyle Ay'ın “Gökyüzünü yükseltip ona bir nizam ve ölçü veren”11 tarafından ince bir hesap ile nice hikmet ve faydalar yüklenerek insanlığın hizmetine sunulduğu anlaşılmaktadır.
Ay Olmasaydı

FOTOSENTEZ NEDİR?


Fotosentez en basit anlatımıyla bitkilerin nefes alıp vermesi, yada bitkilerin karbondioksiti emip yerine oksijen üretmesidir.
Fotosentez işlemi bitkilerde bulunan kloroplast adlı hücrede gerçekleşir.Bu hücreyi incelemek gerekir ise:

- Kloroplast: Bitki hücresiyle hayvan hücresi genel olarak aynı özellikleri taşımaktadır. Bu iki canlı türünün hücreleri arasındaki en önemli fark, bitki hücresinde artı olarak, içinde fotosentezin gerçekleştiği yeşil bir deponun (plastid) yani kloroplastın bulunmasıdır. Seyyar bir enerji santrali gibi güneş ışığını emen klorofilleri saklayan bu organizmalar bütün sistemin kalbidir. Kloroplastlar, iç içe geçmiş balonlara benzeyen yapılarıyla, doğanın yeşil rengini verirler.
Bitki hücresinde, fotosentez işlemi kloroplastlarda meydana gelir. Kloroplast 2-10 mikrometre kalınlığında (mikrometre metrenin milyonda biridir), 0,003 milimetre (milimetrenin binde üçü) çapında mercimek şeklinde küçük disklerden oluşmuştur. Bir hücrede 40'a yakın kloroplast vardır. Bu ilginç birimler bu kadar küçük olmalarına rağmen bulundukları ortamdan iki zarla ayrılmışlardır. Bu zarların kalınlığı ise akıl almayacak kadar incedir: 60 angström, yani 0,000006 milimetre. (milimetrenin yaklaşık yüzbinde biri)
Kloroplastın içinde "tilakoid" adı verilen yassılaşmış çuval şeklinde yapılar vardır. Bunlar fotosentezin kimyevi birimleri olan klorofilleri muhafaza eder ve daha ince zarlarla korunurlar. Bu tilakoidler, "grana" adı verilen 0,0003 milimetre büyüklüğünde ve madeni para şeklinde üst üste yığılmış diskler olarak dizilmişlerdir. Bir kloroplast içinde bu granalardan 40-60 adet bulunur. Bütün bu karmaşık yapılar, protein ve yağların belirli bir amaç için biraraya gelmeleriyle oluşur. Bunlar da belirli oranlarda bulunurlar. Örneğin tilakoid zarı %50 protein, %38 yağ ve %12 pigmentten oluşmuştur.
- Tilakoid: Kloroplastın içindeki ikinci aşama tilakoid adı verilen torbalardır. Bunlar çuvala benzeyen ve içinde klorofil molekülünü saklayan zarlardır. Bu torbaların içinde güneş ışığını emen yeşil pigment olan klorofil bulunur.
- Grana: Tilakoidler biraraya gelerek granaları oluştururlar.
- Klorofil: Kloroplastın içinde bulunan ve güneş ışığını emen yeşil pigmenttir. Klorofil olmasaydı, ne oksijen, ne besin, ne de doğanın rengi olurdu.
- Stroma lamella: Kloroplast içinde granaları bağlayan boru şeklindeki zar.
- Stroma: Kloroplastın içindeki jele benzeyen sıvı.


3.1. FOTOSENTEZ VE IŞIK
Kloroplastların fotosentezi gerçekleştirebilmesi için güneş ışığına ihtiyaçları vardır.
Atmosfer, gerek fonksiyonları gerekse kimyasal bileşimiyle yaşam için zorunlu, mükemmel bir örtüdür. Güneş, çok farklı dalga boylarında ışığı yayar. Ancak bu dalga boylarından sadece çok dar bir aralık yaşam için gerekli olan ışığı içerir. Ve bu noktada önemli bir mucize görülür; atmosfer öyle bir yapıya sahiptir ki, sadece yaşam için gerekli olan aralıktaki ışığın geçmesine izin verirken, yaşam için zararlı olan X ışınlarını, gama ışınlarını ve diğer zararlı tüm ışınları emer ya da geri yansıtır. Yaşam için son derece önemli olan bu seçilimden sorumlu olan atmosfer tabakası ise, kimyasal formülü O3 olan "ozon tabakası"dır. Ozon tabakasının evrendeki diğer 1025 adet farklı dalga boyuna sahip ışın cinsi arasından, yalnızca yaşam için gerekli 4500 - 7500 A0 aralığındaki görünür ışığı geçirmesi bizim için özel tasarlanmış bir mucize olduğunun göstergesidir. Eğer atmosfer bu aralıkta bulunan ışığı geçirmeseydi veya bu ışıkla birlikte farklı dalga boylarındaki ışıkları da geçirseydi, yeryüzünde canlılık kesinlikle oluşamazdı. Bu, canlılığın oluşması için gereken yüzbinlerce koşuldan sadece bir tanesidir ve bu koşulların tamamının eksiksiz olarak oluşması, canlılığın tesadüfen meydana gelmesinin kesinlikle imkansız olduğunu gösterir.
Farklı dalga boyundaki ışıklar farklı renkler demektir. Gördüğümüz bütün renkler belirli bir dalga boyuna ve frekansa sahiptir. Örneğin kırmızının dalga boyu mordan uzundur. Bizim renkleri görebilmemizin sebebi ise gözlerimizin bu hassas dalga boylarını algılayacak ve beynimizin de bunları yorumlayacak şekilde yaratılmasından kaynaklanır.
Işığın dalga boyu "nanometre" adı verilen bir birimle tanımlanır. Bir nanometre ise metrenin milyarda birine eşittir. Örneğin kırmızının dalga boyu 770, koyu morun ise 390 nanometredir. Ancak bu o kadar küçük bir birimdir ki, insanın gözünde canlandırabilmesi kesinlikle imkansızdır. Bu ışıkların bir de frekansları vardır. Bu frekans "hertz" veya saniyedeki devir sayısıyla ölçülür. Bir devir ise dalganın en üst ve en alt noktası arasındaki mesafedir. Işık saniyede 300.000 km yol alır. Eğer dalga boyu daha küçük ise fotonlar aynı sürede daha fazla mesafe kat etmek zorunda kalırlar.
Buraya kadar anlatılan özelliklerden anlaşılacağı gibi bitkinin kullandığı ışık çok özel bir yapıya sahiptir. Bu ışık, hem atmosferde hassas bir elekten geçirilerek süzülür, hem bizim algılayamayacağımız kadar küçük bir mesafe aralığında hareket eder, hem de bilinen en büyük hıza sahiptir. Ayrıca hem dalga olarak hem de foton denilen tanecikler şeklinde hareket ettiği için maddeleri oluşturan atomlara çarparak kimyasal reaksiyonlara sebep olma özelliğine de sahiptir. (Yani ışık hızına çıkılmış oluyor.)
Bu kadar kompleks bir yapıya sahip olan ışık büyük mesafeler katedip bitkiye ulaştığında, özel bir anten sistemi tarafından algılanır. Bitkide bulunan bu anten sistemi  o kadar hassas bir yapıya sahiptir ki, sadece bu çok küçük bir dalga aralığında bulunan ışığı yakalayacak ve bu ışığı işleyecek sistemleri başlatacak şekilde yaratılmıştır. Eğer ışık herhangi başka bir değere, hıza veya frekansa sahip olsaydı, pigment (bitkinin anteni) bu ışığı göremeyecek ve işlem daha başlamadan sona erecekti. Pigment ve ışık arasındaki uyum, çok sık karşılaştığımız özel yaratılış örneklerindendir. Örneğin kulak ve ses dalgası, göz ve ışık, besinler ve sindirim sistemi gibi sayısız uyumlu yaratılış örneği mevcuttur. Ne ışık kendi dalga boyunu ayarlar ne de pigment algılayabileceği ışık boyunu seçme şansına sahiptir. Açıktır ki, ikisi de bu sistem için özel olarak yaratılmışlardır.



3.2. RENKLİ BİR DÜNYADA YAŞAMAMIZI SAĞLAYAN MUCİZE!
Işığı emen bütün maddelere pigment adı verilir. Pigmentlerin renkleri, yansıtılan ışığın dalga boyundan, başka bir deyişle madde tarafından emilmeyen ışıktan kaynaklanır. Bütün fotosentetik hücrelerde bulunan ve bir tür pigment olan klorofil, yeşil dışında, görünen ışığın bütün dalga boylarını emer.

Fotosentez işleminde görev alan anten, yüzlerce klorofil ve karotenoid molekülünden ve reaksiyon merkezi olan klorofil a molekülünden oluşur.
Yaprakların yeşil olmasının sebebi yansıtılan bu ışıktır. Siyah pigmentler kendilerine çarpan ışığın bütün dalga boylarını emerler. Beyaz pigmentler ise kendilerine çarpan ışığın neredeyse bütün dalga boylarını yansıtırlar.
(Sanırım ufolarda da diğer tüm ışıkları yansıtan bir metal ve renk kullanılıyor. Bu renk yeşil yada beyaz olabilir. Ufo sadece gerekli olan ışığı emiyor ve gerisini yansıtıyor. )
Örneğin bitkilerdeki klorofil ismi verilen pigmentler hem yeşil rengin oluşmasını sağlayan, hem de fotosentezin gerçekleştiği yerlerdir. Pigment, karbon, hidrojen, magnezyum, nitrojen gibi atomların biraraya gelerek oluşturdukları moleküllerin gerçekleştirdikleri bir yapıdır. İşte bu tür bir pigment olan klorofil hayatın devamında çok önemli bir role sahip olan fotosentezi, hiç durmaksızın gerçekleştirir. Klorofil pigmentinin boyutlarını düşündüğümüzde konunun ne kadar ince ve hassas hesaplar üzerine kurulu olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
250-400 kadar klorofil molekülü gruplar şeklinde organize olarak, "fotosistem" adı verilen ve çok hayati işlemler gerçekleştiren bir yapı oluştururlar. Bir fotosistem içindeki bütün klorofil molekülleri, ışığı emme özelliğine sahiptirler; ama her fotosistemde sadece bir klorofil molekülü gerçekten ışıktan elde edilen kimyasal enerjiyi kullanır. Enerjiyi kullanan molekül, fotosistemin ortasına yerleşerek, sistemin reaksiyon merkezini tespit eder. Diğer klorofil molekülleri "anten pigmentler" olarak adlandırılırlar. Klorofil a olarak adlandırılan reaksiyon merkezinin çevresinde anten benzeri bir ağ oluşturarak reaksiyon merkezi (yani klorofil a) için ışık toplarlar. Reaksiyon merkezi 250'den fazla anten molekülünün birinden enerji aldığında, elektronlarından biri daha yüksek bir enerji seviyesine çıkarak bir alıcı moleküle transfer olur. Yani klorofil a'ya ait olan bir elektron, etrafta dizilmiş bulunan diğer klorofil moleküllerine geçer. Bu sayede zincirleme bir reaksiyon ve elektron akışı dolayısıyla fotosentez de başlamış olur. Bu yüzden pigment dediğimiz organlar fotosentez işlevi içinde hayati bir rol oynamaktadırlar. Bu çok özel yapılı moleküller aynı zamanda çevremizdeki yeşil bitki dünyasını oluşturmaktadırlar.

Not: İleride tarif edilen ufolarda reaktör merkezi olarak üst üste dizilmiş madeni para şeklindeki turuncu plakaların burada tarif edilen granaların olduğunu düşünmekteyim.
3.3. IŞIĞIN SÜRESİ VE ŞİDDETİ
Fotosentez, ışığın şiddeti ve süresine bağlı olarak değişir. Ayrıca, ışığın doğrudan ya da dağılmış olarak gelmesi de fotosentez açısından önemlidir. Doğrudan veya direkt ışık ile bulut, sis ve diğer cisimlere çarparak yayılan ışık arasında önemli farklar bulunur. Doğrudan gelen ışınlar toplam ışığın %35'ini, yayılan ışık ise %50-60'ını oluşturur. Yayılan ışığın fizyolojik kalitesi daha yüksek olduğu için bitkilerin ihtiyacı olan ışık açığı karşılanmış olur.
Bitkilerin fotosentez yapabilmeleri ve hayatlarını sürdürebilmeleri için ısıya ihtiyaçları vardır. Belirli bir sıcaklıkta tomurcuklarını patlatarak çiçek açan, yapraklanan bitkiler, ısı belli bir sıcaklığın altına düştüğünde yaşamsal faaliyetlerini sona erdirirler. Örneğin, genelde ısı 10 derecenin üzerinde olduğunda orman ağaçları büyüme devresine girerler. Tarımda ise bu sınır 5 derecedir. Isı arttıkça kimyasal işlemler de iki ya da üç misli artar. Ancak ısı, 38-45 dereceyi aştığında, bitkinin büyümesi türüne göre yavaşlar, hatta durur.
3.4. FOTOSENTEZİN AŞAMALARI
Bilim adamları kloroplastların içinde gerçekleşen fotosentez olayını uzun bir kimyasal reaksiyon zinciri olarak tanımlamaktadırlar. Ancak, önceki sayfalarda da belirtildiği gibi, bu reaksiyonun olağanüstü hızlı gerçekleşmesi nedeniyle, bazı aşamaların neler olduğunu tespit edememektedirler. Anlaşılabilen en açık nokta, fotosentezin iki aşamada meydana geldiğidir. Bu aşamalar "aydınlık evre" ve "karanlık evre" olarak adlandırılır. Sadece ışık olduğu zaman meydana gelen aydınlık evrede fotosentez yapan pigmentler güneş ışığını emerler ve sudaki hidrojeni kullanarak kimyasal enerjiye dönüştürürler. Açıkta kalan oksijeni de havaya geri verirler. Işığa ihtiyaç duymayan karanlık evrede, elde edilen kimyasal enerji şeker gibi organik maddelerin üretilmesi için kullanılır.
3.4.1. AYDINLIK EVRE
Fotosentezin ilk aşaması olan aydınlık evrede, yakıt olarak kullanılacak olan NADPH ve ATP ürünleri elde edilir.
Fotosentezin ilk aşamasında görev yapan ve ışığı tutmakla görevli olan anten grupları büyük bir öneme sahiptirler. Daha önce de gördüğümüz gibi, kloroplastın bu görev için tasarlanmış bir parçası olan bu antenler, klorofil gibi pigmentlerden, protein ve yağdan oluşur ve "fotosistem" adını alır. Kloroplastın içinde iki adet fotosistem vardır. Bunlar 680 nanometre ve altında dalga boyundaki ışıkla uyarılan Fotosistem II ve 700 nanometre ve üstünde dalga boyuyla uyarılan Fotosistem I'dir. Fotosistemlerin içinde ışığın belirli bir dalga boyunu yakalayan klorofil molekülleri de P680 ve P700 olarak adlandırılmışlardır.
Işığın etkisiyle başlayan reaksiyonlar bu fotosistemlerin içinde gerçekleşir. İki fotosistem, yakaladıkları ışık enerjisiyle farklı işlemler yapmalarına rağmen, iki sistemin işlemi tek bir reaksiyon zincirinin farklı halkalarını oluşturur ve birbirlerini tamamlarlar. Fotosistem II tarafından yakalanan enerji, su moleküllerini parçalayarak, hidrojen ve oksijenin serbest kalmasını sağlar. Fotosistem I ise NADP'nin hidrojenle indirgenmesini sağlar.
Bu üç aşamalı zincirde ilk olarak suyun elektronları Fotosistem II'ye, daha sonra Fotosistem II'den Fotosistem I'e son olarak da NADP'ye taşınır. Bu zincirin ilk aşaması çok önemlidir. Bu süreçte tek bir fotonun (ışık parçası) bitkiye çarptığı anda meydana gelen olaylar zincirini inceleyelim. Söz konusu foton bitkiye çarptığı anda, kimyasal bir reaksiyon başlatır. Fotositem II'nin reaksiyon merkezinde bulunan klorofil pigmentine ulaşır ve bu molekülün elektronlarından birini uyararak daha yüksek bir enerji seviyesine çıkartır. Elektronlar, atom çekirdeğinin etrafında belirli bir yörüngede dönen ve çok az miktarda elektrik yükü taşıyan son derece küçük parçacıklardır. Işık enerjisi, klorofil ve diğer ışık yakalayan pigmentlerdeki elektronları iterek yörüngelerinden çıkartır. Bu başlangıç reaksiyonu fotosentezin geri kalan aşamalarını devreye sokar; elektronlar bu sırada saniyenin milyonda biri kadar bir zamanda yankılanma veya sallamadan kaynaklanan bir enerji verirler. İşte ortaya çıkan bu enerji, bir sıra halinde dizili bulunan pigment moleküllerinin birinden diğerine doğru akar.
Bu aşamada, bir elektronunu kaybeden klorofil, pozitif elektrik yüklü hale gelir, elektronu kabul eden alıcı molekül ise negatif yük taşımaktadır. Elektronlar, elektron transfer zinciri adı verilen ve taşıyıcı moleküllerden oluşan bir zincire geçmiş olur. Elektronlar bir taşıyıcı molekülden diğerine, aşağı doğru ilerlerler. Her elektron taşıyıcısı bir öncekinden daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir, sonuç olarak elektronlar zincir boyunca bir molekülden diğerine akarken kademeli olarak enerjilerini serbest bırakırlar.
Sistemin çalışabilmesi için suyun, tilakoidlerin iç tarafındaki alanda parçalanması gerekmektedir. Bu sayede elektronlarını zar boyunca ileterek stromaya ulaştıracak ve orada NADP+'ye (nikotinamid adenin dinükleotid fosfat fotosentez sırasında, Fotosistem I için elektron alan yüksek enerji yüklü bir molekül) indirgenecektir Ancak su kolay kolay parçalanmadığı için bu bölgede güçlü bir organizasyon ve işbirliğine ihtiyaç vardır. Bu işlem için gerekli olan enerji, yol boyunca iki noktada devreye giren güneş enerjisinden sağlanır. Bu aşamada suyun elektronları iki fotosistemden de birer "itme" hareketine maruz kalırlar. Her bir itişin ardından, elektron taşıma sisteminin bir hattından geçerler ve bir parça enerji kaybederler. Bu kaybedilen enerji fotosentezi beslemek için kullanılır.
3.4.1.1. FOTOSİSTEM I VE NADPH OLUŞUMU
Fotosistem I'e çarpan bir foton, P700 klorofilinin bir elektronunu daha yüksek bir enerji seviyesine çıkartır. Bu elektron, elektron taşıma sisteminin NADPH hattı tarafından kabul edilir. Bu enerjinin bir kısmı, stromadaki NADP+'nın NADPH'ye indirgenmesi için kullanılır. Bu işlemde NADP+ iki elektron kabul ederek sistemden çıkar ve stromadan bir hidrojen iyonu alır.
3.4.1.2. FOTOSİSTEM 2 – FOTOSİSTEM 1
Elektronun yörüngesinden çıkması, elektron alıcısına ulaşması ve bunu takip eden birçok işlem, fotosentez için gerekli olan enerjiyi sağlar. Fakat bu işlemin bir defa gerçekleşmesi tek başına yeterli değildir. Fotosentezin devamı için bu işlemin, her an, tekrar tekrar gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu durumda ortaya büyük bir sorun çıkmaktadır. İlk elektron yörüngesinden çıktığı zaman, onun yeri boş kalmıştır. Buraya yeni bir elektron yerleştirilmeli, sonra gelen foton bu elektrona çarpmalı, yerinden fırlayan elektron alıcı tarafından yakalanmalıdır. Her defasında da fotonu karşılayacak bir elektrona ihtiyaç vardır.
Bu aşamada P700'ün kaybettiği elektronun yerine yenisi konur ve stromada bulunan hidrojen iyonu (H+) tilakoidin içine taşınır. Bir foton Fotosistem II'de P680'in bir elektronuna çarparak enerji seviyesini arttırır. Bu elektron diğer elektron taşıma sistemine geçer ve Fotosistem I'de P700'e kadar ulaşarak kaybedilen elektronun yerini alır. Elektron bu taşıma zinciri boyunca hareket ederken, fotondan aldığı enerji, hidrojen iyonunun stromadan, tilakoidin içine taşınması için kullanılır. Bu hidrojen daha sonra ATP üretiminde kullanılacaktır. Bütün canlıların hayatta kalmak için kullandıkları yakıt olan ATP, ADP'ye (adenozin difosfat – canlılarda bulunan bir kimyasal) bir fosfor atomu eklenmesiyle elde edilir. Sonuçta elektron, elektron transferini gerçekleştiren taşıyıcı moleküller, Fotosistem II'nin elektronlarını Fotosistem I'e ulaştırarak, P700'ün elektron ihtiyacını karşılar ve sistem mükemmel bir şekilde işlemeye devam eder.
3.4.1.3. SU-FOTOSİSTEM 2
Ancak bu karmaşık tablo burada bitmez. Elektronlarını P700'e veren P680 bu aşamada elektronsuz kalmıştır. Ancak onun ihtiyacı olan elektronun karşılanması için de ayrı bir sistem kurulmuştur. P680'in elektronları, köklerden yapraklara taşınan suyun, hidrojen, oksijen iyonları ve elektronlar şeklinde parçalanmasıyla elde edilecektir. Sudan gelen elektronlar Fotosistem II'ye akarak P680'nin eksik elektronlarını tamamlarlar. Hidrojen iyonlarının bazıları, elektron taşıma zincirinin sonunda NADPH üretmek için kullanılır, oksijen ise serbest kalarak atmosfere geri döner. Bu kompleks ve üstün tasarım sayesinde kloroplast ve hücrelerin zararlı miktardaki ısı artışından korunması sağlanmış, ayrıca bitkinin NADPH ve ATP gibi asıl ürünleri oluşturması için gerekli olan vakit kazanılmış olmaktadır. Fotosentezin ilk aşaması olan aydınlık evre, bu kadar üstün sistemlerle çalışmasına rağmen aslında bir hazırlık aşamasıdır. Bu aşamada üretilen yakıt niteliğindeki maddeler asıl işlemlerin gerçekleştiği karanlık evrede kullanılacak, böylece bu tasarım harikası sistem tamamlanacaktır.
3.4.2. KARANLIK EVRE
Aydınlık evre sonucunda ortaya çıkan enerji yüklü ATP ve NADPH molekülleri, karanlık evrede kullanılan karbondioksiti, şeker ve nişasta gibi besin maddelerine dönüştürürler.
Karanlık evre dairesel bir reaksiyondur. Bu devre, sürecin devam edebilmesi için reaksiyonun sonunda yeniden üretilmesi gereken bir molekülle başlar. Kelvin devri de denilen bu reaksiyonda NADPH'yle bitişik olan elektronlar ve hidrojen iyonları ve ATP'yle bitişik olan fosfor kullanılarak glikoz üretilir. Bu işlemler kloroplastın "stroma" diye adlandırılan sıvı bölgelerinde gerçekleşir ve her aşama farklı bir enzim tarafından kontrol edilir. Karanlık evre reaksiyonu gözenekler yoluyla yaprağın içine girerek stromada dağılan karbondiokside ihtiyaç duyar. Bu karbondioksit molekülleri stromada, 5-RuBP adı verilen şeker moleküllerine bağlandıklarında dengesiz 6-karbon molekülü oluştururlar ve böylece karanlık evre başlamış olur. Kelvin dairesel reaksiyonunu inceleyelim:
 
Karbondioksitin stromaya girmesiyle Kelvin devri başlar. (1) Karbon molekülleri, 5-RuBP adı verilen şeker moleküllerine bağlandıklarında dengesiz 6-karbon molekülü oluştururlar. (2) Bu 6-karbon molekülü hemen ayrılır ve ortaya iki tane 3-fosfogliserat (3PG) molekülü çıkar. (3) Her iki moleküle de ATP tarafından fosfat eklenir ve bu işleme fosforilasyon denir. Fosforilasyon sonucunda iki bifosfogliserat (BPG) molekülü oluşur. (4) Bunlar NADPH tarafından parçalanır ve ortaya iki gliseral-3-fosfat (G3P) molekülü çıkar. (5) Bu son ürünün bir kısmı kloroplastı terk ederek sitoplazmaya gider ve glikoz üretimine katılır. (7-8) Diğer kısmı ise Kelvin devrine devam eder ve tekrar fosforilasyona uğrar. Böylece devrin en başındaki 5-RuBP molekülüne dönüşür.
Bu 6-karbon molekülü hemen ayrılır ve ortaya iki tane 3-fosfogliserat (3PG)molekülü çıkar. Her iki moleküle de ATP tarafından fosfat eklenir ve bu işleme fosforilasyon denir. (bkz. yukarıdaki şekil, 2. aşama) Fosforilasyon sonucunda iki bifosfogliserat (BPG) molekülü oluşur. Bunlar NADPH tarafından parçalanır ve ortaya iki gliseral-3-fosfat (G3P) molekülü çıkar. (bkz. yukarıdaki şekil, 3-4. aşamalar) Bu son ürün artık kavşak noktasındadır ve bir kısmı sitoplazmaya giderek glikoz üretimine katılmak için kloroplastı terk eder. (bkz. yukarıdaki şekil, 5. aşama) Diğer kısmı ise Kelvin devrine devam eder ve tekrar fosforilasyona uğrar. Böylece devrin en başındaki 5-RuBP molekülüne dönüşür. (bkz. yukarıdaki şekil, 7-8. aşamalar) Bir glikoz molekülü oluşturmak için gerekli olan G3P molekülünün üretilebilmesi için bu devrin 6 kez tekrarlanması gerekir.
Fotosentezin her aşamasında olduğu gibi bu aşamasında da enzimler önemli görevler üstlenmişlerdir. Bu enzimlerin ne kadar hayati öneme sahip olduklarını anlamak için bir örnek verelim. Fotosentezin özellikle bu aşamasında etkili olan karboksidismütaz (ribuloz 1,5 difostaz karboksilaz) adlı enzim 0,00000001 milimetre (milimetrenin yüzmilyonda biri) büyüklüğünde olmasına rağmen asitleri ayrıştırır, oksitleme işlerini katalize eder.
Bu ne işe yarar? Eğer karbonhidratlar (trioz-heksoz moleküller) hücre içinde belirli bir oranda ve belirli bir yapıda depolanmazlarsa, hücre içi basıncı artırır ve en sonunda hücrenin parçalanmasına yol açarlar. Bu yüzden bu depolama, sıvılardan kaynaklanan iç basıncı etkilemeyen nişasta makromolekülleri şeklinde gerçekleşir. Bu ise enzimlerin 24 saat boyunca yaptıkları sıradan işlerden biridir.
Daha önce de belirtildiği gibi geriye kalan 5 RuBP molekülü ise sistemi yeniden başlatmak için gerekli olan madde ihtiyacını karşılayarak, kesintisiz bir reaksiyon zincirinin kurulmasını sağlamış olur. Karbondioksit, ATP ve NADPH mevcut olduğu sürece bu reaksiyon bütün kloroplastlarda devamlı olarak tekrarlanır. Bu reaksiyon sırasında üretilen binlerce glikoz molekülü bitki tarafından oksijenli solunum ve yapısal malzeme olarak kullanılır ya da depolanır.
3.4.3. ATP (ADENOZİN-TRİFOSFAT NEDİR?
Hücre içinde bulunan çok işlevli bir nükleotittir. İngilizce Adenosine Triphosphate'dan ATP olarak kısaltılır, en önemli işlevi hücre içi biyokimyasal reaksiyonlar için gereken kimyasal enerjiyi taşımaktır. Fotosentez ve hücre solunumu (respirasyonu) sırasında oluşur. ATP, bunun yanısıra RNA sentezinde gereken dört monomerden biridir. Ayrıca ATP, hücre içi sinyal iletiminde protein kinaz reaksiyonu için gereken fosfatın kaynağıdır.
Not: ATP ile yaşayan bir organizma olduğunu düşündüğüm ufonun (İngilizce de critter deniyor) heryerinde, makinenin çalışmasını sağlayan sinyallerin aktarıldığını düşünmekteyim.
Kimyasal Özellikleri
ATP, adenozin ve üç fosfat grubundan oluşur. Adenozinden itibaren sayınca ikinci ve üçüncü fosfat grupları arasındaki bağın enerjisi çok yüksektir. Bu bağın kırılmasıyla ATP, ADP'ye dönüştüğü zaman meydan gelen enerji değişimi, hücre içinde -12 kCal/mol, labortuvar şartlarında ise -7,3 kcal/mol'dür. Açığa çıkan bu büyük enerji miktarı, biyokimyasal reaksiyonlarda ATP'nin bir kimyasal enerji deposu olarak kullanılmasına yarar.


3.4.4. FOSFOR NEDİR? NERELERDE KULLANILIR?
Fotosentez işlemi sırasında da ATP’de kullanılan fosfat, yapay gübre ve bazı ilaçların yapımında kullanılan fosforik asidin tuzu veya esterine deniyor.Atom numarası 15, atom ağırlığı 30.97 olan fosfor, periyodik tablonun 5. grubunda bulunmaktadır. Oksijene olan afinitesinin çok yüksek olması nedeniyle litofil bir elementtir. Ayrıca C, H, N, O gibi canlı bünyelerin önemli bir yapı elementi olması nedeniyle de biyolojik önemi vardır. Bu nedenlerle tabiatta asla serbest halde bulunmaz; fosforik asidin tuzu ve esterleri alinde bulunur. Çabuk alev alan, karanlıkta parlayan basit cisimdir. Yunanca «phos», ışık ve «phoros», taşıyan sözcüklerinden. Beyaz fosfor, çok şiddetli bir zehirdir; balmumu gibi yumuşak olan bu madde suda erimez ve açıkhavada öylesine çabuk alev alır ki, su içinde saklamak zorunluluğu vardır. Kırmızı fosfor, beyaz fosforun ısıtılmasıyla elde edilir. Daha az tehlikeli olduğundan kibrit ve havai fişek yapımında kullanılır. Canlı organizmaların işlemesinde önemli bir rol oynayan fosfor, özellikle kemiklerde, sinir dokusunda ve beyinde bulunur. Fosforun eczacılık, metalürji, tıp ve nükleer fizik alanlarında kullanımı daha sonra başladı.
Fosforışı (Fosforesans)
Beyaz fosfor havada bırakılacak olursa, hafif bir mavi ışık çıkartır. Bu olay, oksijenden hemen etkilenen fosforun, ışık çıkartarak ağır ağır yanmasından ileri gelir: fosforışı denilen işte budur. Bu terim, yaygınlaştırılarak, zayıf bir ışık çıkartan bütün cisimler (hattâ suyosunları, deniz anaları ve ateşböcekleri) için kullanılmıştır.
Günümüzde floresan lambaların içinde kullanılan fosfor, gaz sayesinde olur.içinde bulunan civa gazının Flamanlarca ısıtılarak buharlaştırılması sonucu oluşan gözle görülmez ışımanın camın iç yüzeyine kaplanmış olan floresan adı verilen madde sayesinde parlak, gözle görülebilir bir ışık üretiyor.
Floresan lambalarda, elektrik düğmesine basıldığında, trans-formerden geçen elektrik, tüpün bir ucundaki elektrottan diğerine bir ark oluşturur. Bu arkın enerjisi tüpün içindeki cıvayı bu-harlaştırır. Bu buhar elektrik yüklenerek gözle görülmeyen ült-raviyole ışınları saçmaya başlar. Bu ışınlar da tüpün iç yüzeyine kaplanmış olan fosfor tozlarına çarparak görülen parlak ışığı oluşturur.18 Watt'lık bir floresan lamba, 75 Watt'lık bir ampul kadar ışık verebilir. Yani floresanlar daha az enerji harcayıp, daha çok ışık verirler, yaklaşık yüzde 75 enerji tasarrufu sağlarlar. Işık tek bir noktadan değil de tüpün her tarafından geldiği için daha fazla dağılır. Mavimsi ışıkları daha yumuşaktır ve gözleri yormaz. İleride fosforun ve floresan lambanın ufolarla ne gibi bir ilgisi olduğu üzerinde teoriler yapacağız.

Fotoğraf Tarihçesi


Meraklılarına dünden bugune fotografçılık.
965-1038 Karanlık Kutuyu (Camera Obscura) ilk kullanan, ortaçağda güneştutulması sırasında güneş ışınlarını incelemek isteyen zamanının ünlü optik bilgini Basralı el-Hasan'dır.

Roger Bacon, 13.yüzyıl Arap yazmalarından öğrendiği "Karanlık Kutunun" ayrıntılı bir tanımını yapmış.

1460-1472 döneminde Leon Battista Alberti ve Leonardo da Vinci de Karanlık Kutu dan yararlanarak cisimlerin görüntülerini yansıtmayı başarmışlardır.

1553 Giovanni Battista Della Porta "Magiea Naturalis Libri IV" adlı eserinde Karanlık Kutuyu etraflıca anlatmıştır.(Bu yüzden Karanlık Kutunun ilk mucidi sayılır)

1568'de Danillo Barbaro, karanlık kutunun ışık gören deliğine bir mercek yerleştirmiş ve görüntü kalitesini belirgin bir biçimde artırmıştır.
Bir çok değişiklikler sonrasında; Gerekli yerlere yerleştirilen ayna ve mercek sistemiyle Karanlık Kutuya bir resim masası niteliği kazandırılmış ve saydam yüzeyinde meydana gelen görüntülerin çizilmesinde kullanılmıştır. Daha sonraları görüntülerin kağıt üzerine elle çizilmesi yerine bu tür zorlukları ortadan kaldıracak tespitler aranmaya başlanmıştır.
1727'de Johann Heinrich Schulze gümüş tuzlarının ışığa tutulunca değişikliğe uğramasının nedeninin ışık olduğunu açıkladı.

1777'lerde Scheele, mavi ve mor ışınların kırmızı ışınlardan daha etkin oldukların kanıtladı
 
1780 Johan Kaspar LAVATER'in Silüet Makinası.
 
Bu geçen sürede ışığın etkisiyle, duyarlı maddeler üzerinde görüntüleri tespit etmek konusunda bir çok denemeler yapıldı
1813'de Joseph Nicepore Niepce ışığa duyarlı bir levha üzerinde, kalıcı görüntüler elde etmeyi başardı.

1826'da Joseph Nicephore Niepce aynı işlemi Karanlık Kutuya da uyguladı. 1829'da kendisi gibi Karanlık Kutu da meydana gelen görüntüleri tespit etme yolları üzerinde çalışan Louis-Jacques-Mande Daguerre ile birleşerek bir ortaklık kurdu.

1837'de fizik bilgini Francois Arago tarafından Daguerre'in metodunun (Daguerrotype) esası, bir gümüş levhayı, iyot buharına tutarak, üzerinde bir gümüş iyödür tabakası elde etmek ve bu levhayı karanlık kutuda uzun süre ışığa tuttuktan sonra, civa buharıyla tutarak banyo yaptırmaktan ibaret olduğunu açıkladı. Daguerrotype metodunda kopyası elde edilen tek kopya göeüntü aynadaki görüntünün tersiydi.

1839 ve 1840'larda William Hanry Fox-Talbot gümüş tuzlarına batırılmış bir kağıt kullanarak elde edilen negatif görüntülerden, yine aynı usulle hazırlanmış kağıtlara istenilen sayıda pozitif fotograf basmayı başarmıştır.

1847 Albumin, 1851 Kollodyum ve 1873 Jelatin usulleri duyartabakayı bir cam levha üzerine dayandırdılar ve kağıt yerine de saydam ince bir film kullandılar.

1888'de John Curbult gerçek anlamda (selüloit levha üzerine ışığa duyarlı madde kaplanmış) ilk fotograf filmini hayata geçirdi. Bunu takip eden yıllarda George Eastman roll film kullanan yeni bir kamera tasarladı.

1895 Lumiere kardeşler saniyede 16 kare gösterim kapasitesine sahip sinema makinasını tanıttılar.

Yağmur damlalarının ilginç sırrı


Yağmur damlalarının yere çarpma anlarını inceleyen bilimciler, sanılanın aksine damlaların yere çarpmadan önce dağılıp sıçradığını ortaya çıkardı
Bir yüzeye çarpan yağmur damlacıkları ince bir tabaka haline gelir, ardından bir taç şekline gelen bir sıçrama yaşar.
Önceki deneyler, su damlacıklarını çevreleyen havanın bu olay gerçekleşirken önemli bir rol oynadığını ortaya koyuyordu: yağmur damlaları hava basıncı düşük olduğunda kolayca sıçramıyor, bunun yerine ince bir tabaka halinde yüzeye dağılıyor.
Harvard Üniversitesi'nden Shreyas Mandre ve çalışma arkadaşları, geliştirdikleri simülasyon modelleriyle farklı hava basıncı, su damlacığının yüzey gerginliği ve hızları gibi değerleri manipüle ederek deneyler gerçekleştirdi.
Sonuçlar, 2 milimetre genişliğe sahip olan, saniyede birkaç metre hızla hareket eden ortalama bir yağmur damlasının altında bulunan havayı yüzeye çarpmaya birkaç mikrosaniye kala sıkıştırdığını ortaya koydu.
Bu durum, yağmur damlasının yüzeye çarpmadan önce düzleşmesine ve sıçramasına neden oluyor. araştırma takımı, daha yüksek sürtünme kuvvetine sahip bir yüzeyde, taç şeklinin ortaya çıkışının daha düşük ihtimal olduğunu belirtiyor.
Mandre, su damlacıklarının sıçramasının ardındaki gizemin halen çok küçük bir kısmının çözümlendiğini belirtiyor. Bu olayın derinlemesine incelenmesi sonucunda, su sıçramasına sebep vermeyen malzemeyle üretilmiş gerçelerin yapılabileceğ düşünülüyor. Bu aletler mutfak gibi ortamlarda kullanılabilir

Kara deliğe düşseydiniz ne görürdünüz?


ABD’li bilimadamları, oluşturdukları bilgisayar programı ile kara deliklerin içinin neye benzediğini simule ettiler
Kara delikler, çok küçük bir alanda çok büyük kütlenin sıkışması ile meydana geliyor. Oluşan muazzam çekim alanı nedeniyle, her türlü maddi oluşumun ve ışığın kendisinden kaçmasına izin vermeyen bir kara deliğin içine düşen biri neler görür?
Colarado Üniversitesi’nden Andrew Hamilton ve Gavin Polhemus, Einstein’ın genel görelelik teorisini baz alarak oluşturdukları bilgisayar programı ile kara deliklerin içinde neler olduğunu ve içine düşen birinin neler göreceğini simule ettiler.
Simulasyonda ‘kara deliğin ufku’ ya da ‘Schwartzschild yarıçapı’ olarak adlandırılan ve hiçbir şeyin çekimden kurtulamadığı alandan ilerleyerek, kara deliğin merkezine doğru yapılacak sanal seyahat canlandırılıyor. Simule edilen dev kara deliğin kütlesi güneşin kütlesinin 5 milyon katı ve çapı 15 milyon kilometre olarak hesaplandı.
Karadeliğin ufkuna girildiğinde, ilerlediğiniz merkezde ışık yutulduğu için, kara delikte ilerleyen kişinin bakış açısına göre merkez hep uzakta kalıyor ve aynı nedenden dolayı karadeliğin şekli eğiliyor.
Hamilton ve Polhemus, algıyı kolaylaştırmak için kara deliğin ufkunu kırmızı karelere böldü. Ufuk çizgisi küre biçimini alırken, karelere bölünmüş alan içinde oluşan iki daire kuzey ve güney kutuplarını belirtiyor.
'Schwartzschild yarıçapı’ geçildikten sonra yeni görüntüler ortaya çıkıyor. Kare delikte ilerleyen kişiyi saran ve beyaz karelerle temsil edilen alan, karadelikte ilerleyen diğer gözlemcilerin yerlerini işaret ediyor. Bir başka deyişle, karadelikte ilerleyen kişi, eğer kendisini takip eden başkaları varsa o kişileri beyaz karelerle işaretlenmiş alanda görebiliyor.
Merkeze ilerledikçe görüntüler daha da garipleşiyor. Merkeze yaklaştıkça çekim gücü de çok artıyor. Eğer karadelikte ilerleyen kişi ayaklarından doğru merkeze ilerliyorsa, baş kısmındaki yer çekimi ayaklardakinden çok daha az oluyor; bu da kara delikteki kişiyi parçalıyor ve ışık da aynı nedenle uzayarak renk spektrumunda kırmızının ucuna taşınıyor. Işık, kırmızı spektrumun sonuna taşınması sonrasında mutlak yokluğa dönüşeceği için kara delikte ilerleyen kişi için son görüntü, çember halini alan ufuk oluyor.
TAM ALGI İÇİN ÜÇÜNCÜ GÖZ GEREKLİ 
Kara delik içinde, mesafenin tam olarak algılanması için, insanoğlunun doğal bakış açısı yeterli değil. İki gözün her biri farklı açılardan nesneleri algılar ve beynimizde bu görüntüleri işleyerel nesnelerin uzaklığını hesaplar. Ancak kara delikte uzay eğildiği için ışık ışınları da bozulur. Hamilton, kara delik içindeki görüntülerin tam olarak saptanmasının insanoğlunun sınırlarının ötesinde olduğunu belirtiyor ve yerçekimindeki değişiklik nedeniyle kara deliğin içinde olanların anlaşılması içinüçüncü gözün getireceği ekstra perspektiften yararlandıklarını belirtiyor.
ntvmsnbc

Cep telefonuyla konum tespiti nasıl yapılıyor


BBP helikopterinin kazasıyla gündeme gelen cep telefonuyla konum belirleme konusu, GSM şebekesi üzerinden konum belirleme hakkında pek çok yanlış bilgiyi ortaya çıkarmış oldu
Mobil telefon şebekeleri, ülke geneline yayılmış, değişik boyutlarda kapsama alanına sahip olan baz istasyonları ile kurulur. Şehir içlerinde, daha düşük kapsama alanına sahip çok sayıda baz istasyonu bulunurken, şehir dışlarında daha uzun menzile sahip, az sayıda ve güçlü baz istasyonları üzerinden GSM hizmetleri verilir.
Baz istasyonları hücre sayılarına göre ikiye ayırılır. Bunlar dairesel kapsama alanına sahip tek hücreli, veya farklı sektörlere ayrılmış, büyüklükleri ve açıları ihtiyaca göre ayarlanmış, buna göre farklı kapsama alanları sunabilirler.
Farklı sektörlere ayrılmış baz istasyonları, genelde üç farklı açıda ve kapsama alanına sahip yönlendirilmiş parçalar ile kapsama alanlarına hizmet verirler.
Konum belirlenirken, en değerli bilgiyi daha küçük kapsama alanına sahip ve sık yerleştirilmiş baz istasyonları sağlarlar. Bu istasyonların yerleri ve kapsama alanları sınırlı olduğu için, mobil istasyonun, yani cep telefonunun, nerede bulunduğu farklı baz istasyonlarından alınmış uzaklık bilgisi ile saptanır.
Hücreye ait kimlik bilgileri şehir içinde 300 ile 500 metre, kırsal kesimde ise 35 kilometre çapında bir daire belirsizliği ile mobil istasyonun yerini yaklaşık olarak belirler. Bu bilginin sağlamlaştırılabilmesi için, hücresel kimlik bilgisi, zaman/uzaklık bilgisiyle harmanlanarak, mobil istasyonun yeri daire içinde bir çember oluşturacak şekilde yeniden hesaplanabilir.
Ancak bu bilginin daha ayrıntılı bir şekilde alınabilmesi için, mobil istasyonu kapsama altında tutan birden fazla baz istasyonundan alınacak sinyal uzaklığı bilgisinin yorumlanması gerekir. Ancak bu hesaplamanın yapılabilmesi için, tüm baz istasyonlarında, mobil terminallerin uzakluğını hesaplayabilecek LNU adı verilen bir cihazın bulunması gerekir.
ntvmsnbc

İlk televizyon


1926 yılında Londra'da Kraliyet Bilim Akademisi'nde ve Oxford sokağında halka buluşunu paylaştı.
John Logie Baird bir rahatsızlık nedeni ile sağlığına iyi geleceğini düşünerek Batı Hint Adaları'na tatile gitti. 1922 yılında İngiltere'ye geri döndü. Hastings'e yerleşen Baird burada birkaç buluş denemesinde bulundu, sonuç hüsrandı. Daha sonraları aklında görüntüyü iletme düşüncesi gelişmeye başladı. Sağlıksıkıntıları devam ediyordu ve bunun üzerine para sıkıntısıda eklenmeye başladı. Alman Paul Nipkow'un buluşu olan optik bir tarayıcı diskini geliştirip, mekanik bir televizyon alıcı-vericisi geliştirdi.26 Temmuz 1923'te patent başvurusunda bulundu. 1924 yılında patent onaylandı. Aradan geçen zamanda buluşunu geliştirmek için değişik yöntemler denedi. Bisküvi kutusu, örgü şişeleri gibi değişik malzemeler kullanarak çalışan bir televizyon elde etmeyi başardı.

Bu çalışmalar esnasında birbirlerinden habersizce elektronik televizyonlar üzerinde çalışan mucitler vardı. Görüntü Çözümleyici adı altında patenti alan Farnsworth elektronik televizyonlarda görüntü gösterimini başaran ilk kişi olduGünümüzde kullandığımız televizyonların temelini ise Zworykin'in icadı olan katodik ışın alıcı-vericisidir. Tüm mucitler buluşlarının sistemini daha eski buluşlara dayandırıyordu. Zworykin 1938 de bu sistemlerin patentini aldı ve çağdaş tv lerin babası oldu.

Başlangıç olarak tv yayınları iki sistem üzerinde yapılıyordu. Mekanik ve Elektronik sistemlere yayın dönüşümlü olarak BBC tarafından sağlanıyordu.Şubat 1937 itibari ile mekanik sistemlerden vazgeçilip tamamen elektronik tv sistemine geçildi.
 
Haberci

Artık Teknolojiyi Türkiye Geliştiriyor


Ülkemizde, konularında bir numara olan gençlerin toplandığı ve yeni buluşlar sundukları bir teknoloji merkezi olduğunu biliyor muydunuz?
Gebze'de kurulan Turkcell teknoloji Merkezi'nin açılışına yetişememiştik ama bu seferki gidişimiz daha anlamlı oldu. Teknolojisini kendisi üreten, hatta ürettiği teknolojiyi yurtdışına ihraç eden, yeni buluşlargerçekleştiren bir ülke olmak için kurulan hayallerin, bu yapıyla nasıl gerçeğe dönüştüğüne de kendi gözlerimizle şahit olduk.
14 Yeni Buluş
Turkcell Teknoloji Merkezi, devlet desteği ve Turkcell'in gücüyle Nisan 2007'de faaliyete başladı ve aradan geçen kısa zamana rağmen çok başarılı işler ortaya koymuş durumda. Dünya ölçeğinde, 14 yeni buluş için patent başvurusu yapılmış durumda ve bu çalışmaların sayısı da gün geçtikçe hızla artırılıyor.
Neler Yapıyor?
Teknolojiyi geliştirmek için gereken insan kaynağını ülkemizin imkanlarından faydalanarak temin etmek, gereken ortamı ve şartları sağlamak, ihtiyaçların belirlenmesi için iş ortaklarını ve gençleri bir araya getirmek, geliştirilen teknolojilerin uygulanabilir olması için çalışmak, Turkcell Teknoloji Merkezi'nin görevleri arasında.
Özgür Yapı
Geliştirilen ürünler, paylaşımcı ve özgür bir yapıyla hazırlanıyor. Bunun en güzel örneği de bu laboratuarın web sitesiyle herkese açılmış durumda olması. Daha önce internet sitemizde de duyurduğumuz bu ürünlerin neler olduğunu labs.turkcellteknoloji.com.tr adresinden takip edebiliyorsunuz
Çalışma Şartları
Çalışanların özgürce ve en iyi şartlarla yeni ürünler geliştirmesi için tüm imkanlar seferber edilmiş durumda. Daha önceleri Google çalışanlarının fotoğraflarına iç geçirerek bakanlar, artık Gebze'de bulunan ve 272 kişinin çalıştığı, yaş ortalamasının 28olduğu Turkcell Teknoloji Merkezi'ne bakabilirler.  

0 yorum:

Yorum Gönder